Turnusol: Parlamentoda tuzluk görevi ile barış olmaz…

Yönetmen Emin Alper ile Gezi Direnişi’ni, barış süreci ve sinemayı, ekolojik mücadeleyi ve gündemin diğer konularını konuştuk.

eminalper

Bahar Topçu: Çözüm sürecinde, halkların barış sürecinden ne anladığını ve onu nasıl inşa edeceklerini konuştuğumuz bir döneme girdik. Silahların susması, kalıcı bir barış için yeterli değil; halkların birlikte yaşama iradesiyle yeni değerler yaratması gerek diyenler ve onlara konjonktürel gelişmeleri yavaşlatmak gibi bir uyarı yapanlar olabiliyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Barış nasıl inşa edilmeli?

- Emin Alper: Yeni değerler yaratarak ve hayata bakış açımızı değiştirerek mi barışacağız, ya da tamamen pragmatik ilkeler üzerine mi inşa edeceğiz hikayesi çok önemli. Aslında burada iki farklı barış tahayyülü var insanların kafasında. Birisi, biraz daha sol eğilimli insanların kafasında olan, tam da dediğin gibi, yeni bir ortak yaşama iradesinin ifadesi olan, değerler üreten, tam anlamıyla farklılıklarla birlikte yaşamayı özümsemiş bir nüfusun kabul ettiği barış mı; yoksa tamamen pragmatik ilkeler üzerine kurulmuş, yüksek siyasetin diliyle Türkiye’nin bölgede önemli bir ülke olması için bu tür sorunları halletmesi amacıyla çözülmesi gereken bir sorun mu? Veya Kürtler benden uzak olsun, ama ‘yeter artık barışalım’ diyen ve kerhen barışı kabul etmiş pragmatik bir barış mı olacak?

Birinci tarif ettiğim ideal barışın oluşma imkanları şu an için Türkiye’de bence yok, o konuda karamsarım. Bir de bu olabilecekse zaten uzun vadede olabilecek, dünden bugüne buna dair şeyler değişmeyecek. Ama pragmatik anlamda tahayyül edilmiş barışın da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Barışı pragmatik anlamda inşa etme sürecinin ideal anlamda konuştuğumuz barışın koşullarını, ortamını da belirleyeceğini düşünüyorum. Çatışma ortamı devam ettiği sürece bir değer olarak ortak yaşama fikrinden iyice uzaklaşacağız. En azından silahların sustuğu, birbirimizle konuşabileceğimiz bir zeminin pragmatik bir temelde inşa edilmesi bize en azından bu zemin üzerinde bir şeyler inşa etme süreci sunacak. Bir zemin aranıyor şu anda, ortak yaşama dair nasıl bir zemin bulunabilir? Kimileri bunun Müslümanlık olduğunu söyleyecek, kimileri daha pragmatik yol arkadaşlıklarından bahsedecek. Ama mesele ne olursa olsun, nasıl ifade edilirse edilsin, bir sonuç alınması gerekiyor. Ortak değer inşa etme de bununla paralel gidecek bir süreç. Bu yapıldıktan sonra; yani artık Kürt hareketi tamamen demokratik siyasal bir zeminde mücadele etmeye başladıktan sonra çok daha kolay örülecek bir şey gibi geliyor bana.

- Türkiye’deki bütün ayrımcılığa uğramış kesimlerin daha etkili mücadelesi, çoğulcu bir demokrasi Kürtlerin bu zemine kavuşmasıyla mümkün olabilecek. Kürtlerin nasıl bir aktör olacağını konuşurken de yeni anayasadan konuşmaya başlıyoruz aslında…

- Tabii ki. Şu an Kürtlerin belli siyasi haklarını Anayasa’da güvence altına almadan, onları silahsız mücadelede bir siyasi aktör olmaya ikna edemezsiniz. Şunu diyemezsiniz yani, size hiçbir şey vermeyeceğiz, gelin yüzde 5–7 arasında oy alan bir parti olarak parlamentoda tuzluk görevi görün dediğinizde ikna olmamaları çok doğal. Dolayısıyla Kürt hareketine öncelikli olarak siyasi alanda çok ciddi bir özgürlük garantisi verilmesi gerekiyor. Yani bugün PKK’nin söylediklerinin aynen siyasi arenada söylenince başlarına bir şey gelmeyeceğinin garanti altına alınması gerekiyor. Bundan daha öte, yıllardır yapılan mücadelenin karşılığında bir takım somut kazanımların elde edilmesi lazım. Yani bunlar yok sayılarak, hadi en baştan parlamentoda mücadele edin denemez. Anayasa’nın bu hali zaten azınlık haklarını garanti altına alan, azınlıkları dinleyen bir yapıdan uzak. Hem bir taraftan bunun yolları açılmalı, nispi temsil sistemi gündeme gelmeli mesela. Avrupa tarihine baktığımızda aşağı yukarı bütün azınlık meselelerinin böyle çözüldüğünü görüyoruz. Almanya’da, Hollanda’da ciddi bir Katolik azınlık var ve bunların sorunları büyük ölçüde nispi temsil sistemleri yöntemiyle halledildi. Ve tabii ki adem-i merkeziyetçilik de gündeme gelmeli; çünkü çoğunlukçu bir sistemde yüzde altılık bir partinin yapabileceği hiçbir şey yok. Ama siz adem-i merkeziyetçi reformlar yaparsanız, insanlara kendi bulundukları bölgede belli bir siyasi iradeyi ellerine alabilme imkanları olduğunu gösterirseniz, o zaman onlar için siyasi aktör olma makul bir seçenek haline gelir.

- Sinema bu sürece nasıl bir değer katabilir?

- Pozitif örnekler oluşturacak eserlerin olması çok önemli. Bu alanda popüler sinemaya bence daha çok iş düşünüyor. Bizim yaptığımız iş sonuçta biraz daha dar bir kitleye sesleniyor. Bu ayrıca tartışılır. Ama daha çok kitleye yönelik filmler bu anlamda pozitif işlev üstleniyor. Ben bu filmleri o yüzden çok önemsiyorum. İşte Yılmaz Erdoğan’ın yaptığı filmler, Koray’ın senaryosunu yazdığı film, Yangın Var. Çok fazla gişe yapamadı; ama bu anlamda popüler hissiyata seslenebilen bir filmdi. Son yıllarda Türkiye’de 12 Eylül’le ilgili popüler filmler çok yapıldı ve hali hazırdaki 12 Eylül karşıtı atmosferi çok önemli ölçüde destekledi bu filmler. Benzer şekilde Kürt meselesinde de Türk ve Kürtlerin birlikte yaşama iradesinin altını çizen ve buna söylediğim gibi pozitif ve canlı örnekler veren, sergileyen filmler çok önemli. Mesela ben Tepenin Ardı’nı da böyle değerlendiririm. Bu anlamda bizi eleştirel bakmaya çağıran bir filmdi; bizim kitlemiz de zaten az çok bu konuda daha ufku açık bir kitleydi. Anadolu’da da dolaştık, filmi gösterdik. Çok iyi tepkiler de aldım; ama birçok insan çok sıkıldığını da söyledi. Belki söylediğim biraz paradoksal olacak, ama bu anlamda popüler filmlerin politik işlevinin daha önemli olduğunu düşünüyorum.

- Sen yine de filmlerinde o insanları sıkmaya devam edeceksin yani…

- Sıkıcı filmler yapmayacağım. Ayrıca bence ‘Tepenin Ardı’ da sıkıcı değildi.

- İkinci izleyişimde de sıkılmadım aslında…

- Farklı bir anlatım dili aramaya başladığın, klişelerden uzak durmaya çalıştığın zaman, otomatikman bir grup insanı zaten itiyorsun kendiliğinden. Yani, sanatsal bir arayışın ve derdin varsa… Bu bir tür işbölümünden kaynaklanıyor aslında. Herkesin bir rolü var. 8–10 saat çalışan insanlar evlerine geldiklerinde eğlenmek istiyor ve böyle filmler izlemek istiyor. Bundan da sakın elitist bir mesaj çıkmasın yani. Tam da o yüzden zaten popüler filmleri önemsiyorum. Bu tip filmleri izlemek isteyen insanlara da politik anlamda doğru yerde duran filmler sunmak çok önemli.

- Gezi’nin de bu anlamda, üstelik de şenlikli bir dille söylediği çok şey vardı. Sen nasıl karşıladın Gezi ruhunu?

- Ben de herkes gibi çok şaşırdım. Geleneksel sloganların dışında çok canlı bir dilin ortaya çıkması hepimizi çok şaşırttı ve sevindirdi. Gerçekten çok esprili, canlı ve hayranlık uyandıracak derecede orijinal eylem biçimleri, sloganlar ortaya çıktı. Bu durum aslında bu kitlenin daha önceden bir siyasal tecrübesinin olmamasının getirdiği bir avantaj; çünkü bir politika geçmişi çok tipik olarak belli kalıplar içerisinde düşünmeye zorluyor insanları. Mesela biz de arkadaşlarla dalga geçiyorduk, bu süreçte ben de bir twitter hesabı açtım, ama saçımızı başımızı yolduk, bir tane tweet atamıyorum, hiçbiri komik değil diye. Şu komik mi, şunu atayım mı diye birbirimize soruyorduk, ama beceremiyorduk yani. Bu anlamda deformasyona uğramışız. Aklımıza komik şeyler gelmiyor da, böyle tumturaklı cümlelerle tespitler geliyor. Yani bu dinamizmi tam anlamıyla daha önceden bir siyasal tecrübesinin olmamasına borçlu diye düşünüyorum. Bunu mümkün olduğu kadar koruyan bir şeye, bir organizasyona dönüşmesi tabii dileğimiz olur; ama onu da zaman gösterecek. Göreceğiz bakalım. Bunun için beklemek lazım. Ama dinamizm de devam ediyor. Parktan çekilir çekilmez hemen forumlara taşındı mesela ve tartışmalar forumlar üzerinden ilerliyor, ‘duran adam’ eylemleri ortaya çıktı. Bence bu daha da devam edecek. Özellikle Taksim’deki kuşatma devam ettiği sürece, ki edecek galiba, insanlar bakacaklar ve eğer Taksim bir çıkmaz sokaksa, o zaman başka bir yolla aşmaya çalışalım ve aşalım tarzı gibi öneriler gelecek diye tahmin ediyorum.

- Her yer Taksim mi sence?

- Fatih değil. Onu da görmek lazım.

- Gezi hayatımızda neler değiştirdi diye günlerdir konuşuyoruz. Bunu yaparken de hiç olmadığı kadar siyaset konuşuyoruz aslında. Siyasetin hayatımızdaki yeri değişti mi?

- Olumlu anlamda politika ile ilk kez tanıştık. Bir tür insani bir faaliyet olarak; Arendt’in de bahsettiği, siyasetin insanın kendini gerçekleştirdiği bir şey olduğu görüldü. Forumlarda gözlemlediğim kadarıyla iki eğilim var. İlki yereldeki, mahallenin sorunlarıyla uğraşmayı önemseyen, diğeri de bırakın bunları bizim sorunumuz çok daha büyük diyen bir eğilim. İlkini çok daha fazla önemsiyorum. Mahallenin somut ekolojik ve demokratik sorunlarıyla ilgilenen ilk yaklaşım konusunda çok daha eksik olduğumuzu düşünüyorum. Bu damar en başından itibaren çok kuru. Kararlar her zaman merkezden alınıyor. İnsanların bir şeyleri değiştirebileceklerini görmesi adına; siyasetin de hayattan kopuk bir uğraş olmasından ziyade, yine insanın kendini gerçekleştireceği bir faaliyet olması için çok önemli. Böyle bir kırılma belli kesimlerde belli ölçülerde yaşandı. Daha geniş çevreleri kapsayacak şekilde umarım yayılır.

- Bu duyarlılığın diğer konulara, 3. Köprü ve havaalanı gibi çılgın projeler için nasıl evrileceği hepimizin kafasında biraz bulanık sanırım.

- Çok fazla iyimser de olmamak gerekiyor tabii. Gezi Parkı’nın çok önemli bir kırılma olduğunu atlamadan. Artık Gezi hikayesi bitti. Bunun hemen ikinci bir kazanımı Kuşdili Çayırı oldu. Oradaki AVM’den de vazgeçildiği söylendi. Ortaya bir tepki çıktı; ama toptan bir hareketin çıkması çok zor. Mesela 3. Köprü mücadelesi çok zor geçecek bir alan, çünkü toplumun önemli bir kesimi buna ihtiyaç olduğunu düşünüyor. Yine çok yakın bir örnek Yedikule Bostanları oldu; ama mahalleliyle karşı karşıya gelindi. Oradaki mahalleli bana ne buradaki tarihten, bostanlardan, işte burada ben çocuğumu kaydıraktan kaydırmak istiyorum, diye bakıyor. Halkın ihtiyaçlarının ve beklentilerinin karşı karşıya geldiği tekil mevzularda mücadele çok daha zor geçecek. Gezi’de öyle bir durum yoktu. Çoğunlukla burada AVM’nin ne işi var hissiyatı vardı. Herhalde Tayyip Erdoğan dışında belki de ülkede parka AVM ya da Kışla yapılmasını isteyen kimse yoktu. Ama işte 3. Köprü, havaalanı gibi meseleler tırnak içinde “kalkınma” imajı ve söylemine daha uygun projeler muhtemelen daha zor geçecek; ama Kuşdili gibi daha abes şeylerde hemen bir şekilde geri adım atılmasına neden olacak.

- Ekoloji mücadelesinin aynı zamanda da bir demokrasi, yaşam mücadelesi olduğunu nasıl göstereceğiz dendiğinde, Yedikule Bostanlarında mahallelinin tepkisine dair verdiğin örneği mesela, sinema nasıl ele alıyor?

- Yüksel Aksu’nun ‘Entel Köy Efe Köy’ filmi bu sorunla çok güzel uğraşan film. Ben o hince buluşu çok seviyorum. Tabii ki soldan çok eleştiri aldı, bunu da anlamak çok doğal; ama popüler dili yakalamak için bence çok önemli. Bunu bir kenara bırakıyorum. Bizim ‘Tepenin Ardı’nı çekerken bizzat şahit olduğumuz bir hikaye var. Ben Ermenekliyim, filmi çektiğimiz ve çocukluğumun geçtiği yer. Gittiğimde şok oldum, çünkü kasabanın büyük bir kısmı yeniden imara açılmış ve betonlaşmış; oysa eski Osmanlı evlerini de hala koruyan bir yerdi burası, fakir ve kalkınmacılığın hiç uğramadığı bir yerdi, yıkık dökük evler varlığını koruyordu. Gittiğimde, Belediye Başkanı’na bu evlere nasıl kıydıklarını sormuştum. Bunu sorduğunuzda da size kızıyorlar, sen bu evlerin nasıl zor ısındığını biliyor musun diye. Farelerden akreplerden uğraşmaktan ne kadar bıktık diyorlar ve ne yapıyorlar, müteahhite kat karşılığı veriyorlar ve kaloriferli dairelerde yaşıyorlar.

Son yıllardaki HES karşıtı mücadeleyi de çok önemsemek lazım. Burada insanlar gördüler ki, HESlerin yapılmasının onlara doğrudan hiçbir katkısı yok. Ne istihdam yaratıyor, ne zenginlik getiriyor o yöreye. Ermenek Köyü’ne de çok büyük bir baraj yapıldığında insanlar önce sevindiler, beş para etmez arazilerimiz istimlak edilecek ve devlet bize para verecek diye, ama şu anda hakim olan şey aslında pişmanlık. İklim değişmeye ve her zaman yetişen şeyler yetişmemeye başladı. Yüksel Aksu’nun filmi bu yüzden önemli. Doğayı korumanın, kendi menfaatlerine olduğunu anlatarak ancak olumlu bir dönüşüm gerçekleştirebiliriz.

- Peki sen bütün bunları film yapmak ister misin?

- İsterim tabii, para varsa neden olmasın. Şu an kafamda bir şey yok. Bir fikir de açıkçası gelmedi. İşte ben bu konuda bir şey yapacağım demekle olmuyor. Bir şekilde bir fikrin seni bir yerlere götürmesi, cezbetmesi sonucu oluyor. Şu an zaten hali hazırda bir projeyle uğraştığımız için çok da o açıdan bakmadım bu sürece, ileride böyle bir ışık yakar mı bilmiyorum. Ama böyle umut verici olayların didaktik olması gibi bir eğilim var. Genelde daha karanlık mevzulardan ilham aldığım için; çok da pozitif bir şey çıkmaz gibime geliyor.

- Teşekkürler…

Bahar Topçu
16 Ağustos 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; http://www.turnusol.biz