Özgür Gündem: Şimdi isyan zamanıdır! – Aysel Doğan

nuce_08082013-184114-1375980074.88

Taksim Meydanı, Gezi eyleminizi selamlıyorum. Demokratik ekolojik cinsiyet özgürlükçü, komünal yaşam aktivistleri olarak bir güzel eğlendiniz. Devletin hükümdar, iktidarların bu hükümdarlığın korkuluğu olduğunu ve birisinin kendisini hem devlet hem hükümdar ilan eden meydan okuyuşunda diktatörlük olduğunu bugüne kadar bilip de konuşmayanı, bilmediği halde biliyor görünüp, yardakçılık yapanları bir güzel konuşturdunuz, öğrettiniz. Dünyanın tüm meydanlarını birleştirdiniz, halkları buluşturdunuz. Kelebekler gibi kanat çırparak, devrim sarsıntısını yarattınız ve sizlerin etrafında çember olan, sizleri destekleyen herkesi kutluyorum. Renkleri, farklılıkları karmaşıklık diyerek devletin görmek istemediği ve hep gri karanlıkla örtmek istediğini ilk defa Taksim Meydanı’nda gökkuşağına dönüştürdünüz. Grileştirilerek kirletilen ne varsa bir güzel akladınız, pakladınız. Fazlalıkları, eksiklikleri sökülen dünya ağaçları yerine yenilerini dikerek yeniden yeşerttiniz. Herkese kim olduklarını sordurup kendileriyle yüzleştirdiniz, çiçeklenmesi için sevgiyle sulayıp büyüteceksiniz. Ne on gün, ne onbir gün, ne yirmi ne de yirmi bir gün ne de ilk biniz ne de sonsuzuz. İnkara, baskıya, sömürüye karşı hele hele insan yerine koymamaya karşın isyanların bugüne denk gelen gecikmiş, dünden biriken öfkesisiniz. Ve sizler önüne gelen seti aşamayıp içine almak, değiştirmek istenen, denetlenemeyen farklılıkların sesi, damlasısınız.

Ve şimdi uykudan uyanır gibi yapan, aylardır uykusuz kalan o bilim insanlarının sosyolojik, psikolojik, iktisadi ve insandan, insanlıktan, yaşanmışlıklardan, yaşanandan, yaşanacaktan yana dertleri olmayan, kendilerinden başka kimsenin anlamadığı, katlanan, canavarlaşan sayıların, tekniğin eril bilim uzmanlarının bizleri Mars’ta bulunan bir maden misali tanımlayarak, adlandırarak, katlayarak topladığı, siyasallaşmış devlet aklında çembere almaya çalışıyorlar.

Çapulcudan, marjinalden, üç-beş eşkıyadan, teröristten, bölücü örgüte uzatılan hükümdar dilin zincirini bozarak, kırarak sizleri çocuk yapıvermişken haydi evlerinize diyerek aşağılayarak yol gösterirken her yer evimiz dediniz ya. Zincirleyim tutmaz artık. Onlara göre adam olmak için askere, kadın olmak için kocaya gitmek gerekiyor. Oysa siz insandınız. O ilkten bugüne kirletilmeyen, doğal kalabilen masumiyetin çocuğuydunuz, kendinizdiniz. Farkındanlığınızın bilincinde, ortak yaşamın özgür emeğin, paylaşımın, evrende ne varsa ağaçtan, dallarından, kuşların, yerdeki karıncanın hakkı ve özgürleşmenin istem halisiniz.

Devlet zihniyetinin baş etmediğinde görmediği, duymadığı inkarın, “vurun, gazlayın, öldürün ve bitirin” çığlığının yüreklere çarpmasıydı. Kapitalist modernitenin, demir kafeslerinin anahtarlarını çaldınız ya atıverin dünya okyanuslarına. Zulmün dokunduğu yer yakarmış, sıraya koyarak hizaya çekmeyi marifet sanmışlar ya. Ama acılar ortaklaştıkça, özgürlük, hak-hukuk bütünleşince ve çoğalınca zalim zulmüyle baş başa kalırmış. Ve sistemleşse de zulüm, mızraklar gibi sığmıyor çuvallara.

Gezideki ağaç, kaz dağlarındaki ağaçlara, Munzur’daki çiçeklere, atlara ve o köklerin boyundan daha uzun, toprağın derinliklerinde olan meşeye, Cudi’deki kayına, Toroslar’daki selviye, Koçgiri’deki çınara kardeş, Fırtına vadisinin dereleri; Kızılırmak’a, Fırat’a, Zap’a kavuşma özlemiyle akmaz mı?

Ve kaç kez yıkıldı dağları, kaç kez yakıldı ormanları doğduğum ülkemin, işgal etmenin, hüküm sürmenin, berbatlığın, sığınağın karakol kulesindeki büyük devası dürbünün gördüğü tüm uzaklıklar, yakınlıklar, lav silahıyla uykusundan uyandırıldı karanlığı delen alevler, kaç gece, kaç gündüz, gece kor, gündüz cehenneminde çırpındı böcekler, kuşlar. Göz göze gelmiştim iki yavrulu geyikle. Bana değil, alevlere sığındı ya! Ben o zaman utanmıştım insanlığımdan ve ben o zaman ölümsüzüm ve memleketimin dereleri, ırmakları boğduruldu barajlarla, kesildi sesleri, bir-üç-dokuz barajla delik deşik edilirken yamaçlar, ayırdı karşı köyü. Öyle uzak öyle ulaşılmaz ki, yuvasını taşıyamadı serçe ve yeni çıkmıştı yumurtadan. Oralıydı yavru kaplumbağa atlayıverdi, barajla boğdurulan suya.

Göçertildi tüm insanlarım yakılan-yıkılan köylerden. Çocukluklarını alev sardı, dokunamadılar, yürekleri yandı. Ölülerini bırakıp kaçtılar. Mezarlıklarda çığlıklar hep onları izledi. “böylede ölünmez ki böyle kaçılmaz ki” diyordu ilk ölenleri.  Ve sığmadılar hiçbir zehre, hiçbir mahalleye, semte, haneye. Hep kaçan hep kazan çocuklarımız. Çabuk büyümüş, insanlaşmış Amed sokaklarındaki isyan olmuş. Ama gerçekten çocuk yedisinde on yedisinde biber gazı, elma gazı, portakal gazı sarmış gökyüzünü. Anasının elini ararken taşa dokunmuş eli ve kodlandı taş atan çocuktur o. Kafasına mermi değmiş, çare yoktu, kan bulaşmıştı yüzüne, elbiselerine ve bir başka sokakta bedeni panzer altında ezilirken, suçüstü yakalanmıştı çepeçevre devletin zalimine elindeki sapanıyla Filistin’deki direnen çocuk, Kürdistan’da teröristti. Analarının eteklerine tutunanlar, sıkıştırılmışlardı Newroz’da bayramlıklarıyla. İlkten bugüne faşizmin en soysuz hoyratlığıyla emirler yağdırıyordu “kadında olsa çocuk da olsa vurun” diyerek insanlığın vicdanının karateliğinde kayıp olmamak için tutunmuşlar birbirlerine, ölüme meydan okudular. Kimliksizliğin, inkarın, dilsizliğin dile gelişiydi. Yeryüzü tanrılarının cehennem ateşiydi. Zebanilerin tunç pençeleri ölüleri ayırırken dirilerden, kelepçelenip zindanlara doldurdular ve işte o zaman ben yine ölmüştüm. Soğuk beton duvarların arasındaki çocuk bedenlere dokunulmuş, kirletmişti, sağır ve kördü duvarlar gibi Fırat’ın batısındaki kuşatılmışlığın farkında olmayanlar.

Yazanlar, çizenler uyur numarasında masallarla uyutuyorlardı yaşıtlarını. Bölücülerdi, vatanı parçalayan düşman tohumlarıydı diyerek saf tutuyorlardı. Oysa onlar insanlardı, çiçeğe, kuşa, suya, sekere dokunmak istiyorlardı ve sizlerle buluşmaktı telaşıyla bu yürek çırpınışları. Yedisinde kışla okullarında alıkonulan Kürt çocuklarıydı. Her şey yasaktı gülmek, ağlamak, söz yasaktı, anaya “ana” demek. Bilmedikleri bir dille inciniyorlardı. Önceleri her yerleri ağrıyorken şimdi yalnızca ağrıyan yürekleriydi. Ve deldiler asimilasyon kışlaları, okulların duvarlarını. Ondandır ki tüm karakollar, tüm kışlalar cehennemin dehlizlerine açılan kapılardır. Hep tersinden yürümeyi, tersinden koşmayı, tersinden düşünmeyi, tersinden söz söylemeyi öğrendiler. Katliamların izlerini, direnişin yolunu da orda öğrendiler. Ve kaç kez büyüdüler, kırk yılda binlerce yıl yaşadılar. Geçmişi, geleceği hayallerinde, umutlarında yol yol, dağ dağ, adım adım yürüyerek giz yaşlarda vuruldular. Son sözleri “berxwedan jiyane.”

Bu yıl beklenen yıldı. Newroz’da Amed’de toprağa da, yüreklere de cemre düştü. Gezi’de, Taksim’de kıvılcım oldu. Zaten yeryüzünde ve gökyüzünde sınır yoktur ki. Ne acı değil mi mevsim bahar mevsim yaz, zemheride uzadıkça uzarken Gezi Parkı’ndaki ağaçların dallarında buluştuk. Dillerimiz ayrı olsa da acılarımız dokundu birbirine, kanat çırptı hayallerimiz, onurlu bir yaşamın patika yollarında.

Artık yeter bağırıp gürlediğiniz, artık yeter farklılıklarımıza kurşun sıktığınız, susturmanız, aşağılanmanız. Hem siz kimsiniz ki, bizde arayıp bulamamıştık sizi. Doğru zamanlara, zulmü nakşederek kandırmayı da, bizleri babasız sanıp da, dilsiz ve sağırlığı endam deyip, köleliğinde kabulünü dayatamazsınız. Kirlettiğiniz siyasetin, bombaladığınız, gazladığınız her yer bizim yaşam alanımız. İnsanları kimliksiz, dereleri susuz, dağları ağaçsız, kuşsuz, çiçeksiz ve yaşamı yaşanmaz kılma gücünü ceberutluğunu devlet adına, sahte birlik, dirlik adına, teknik adına yatamazsınız. Acılarımızı buluşturmuşken insanca bir ağaç gibi, bir kuşun sesinde, suyun akışında ve insan insanlaşmış, ortaklaştırdığı paylaşımı sevgisinde hepimize yeter güzellikte buluşmanın tam da zamanı. Küçük adımları, küçük dokunuşları tohum gibi zamana serpelim. Gezi’deki karakolu yaptırmadan yıktınız ya, Yavuz’un köprüsüne de lanet okuyarak insan yüreğinden köprüler yapalım Fırat’ın batısından doğusuna. Adını barış, adını özgürlük koyalım. Ve biz yaşarken fark ettik, yaşarken öğrendik en büyük acının onursuzluk olduğunu, en büyük acının toprağın bedenime hoyratça dokunarak parçalamak olduğunu, inkar olduğunu, yasak olduğunu.

Ve öyle yalanları yan yana üst üste koyup kule yaparak üzerine çıkmakla zafer kazanılmadığını biliyoruz. Ve biliyoruz yüzyılların zulmü üzerinde temeli açılan kapitalist ulus-devletin yama tutmayan çatlaklıklarını nerede bir isyan, başkaldırı sesi duyulsa Osmanlıcılık alışkanlığıyla kendine yönelik sanıyor, öyledir de. Sınırlara sınırların çizilmeyeceğini görmenin tam zamanı değil mi?

Kuşatılmışlığın dayanılmazlığıyla birer birer vurulduk, birer birer alındık, yollarda barikatlardayız. Meydanlar kardeşleşmişken tüm yollar meydanlara uzanmışken bir taşla iki kuş vurma derdinde. Gazlayarak gaza gelenlerin gözü kulağı Kürdistan’da. Lice’de yirmisinde değildi vurulduğunda bir karakolun önünde. İşte o an Lice Taksim’de çığlık oluverdi. Sanki provasını yapıyor, meydan isyanlarının. Bu hileli oyunu daha önce de görmüştük. Demokratik çözüm sürecinden kaçmanın hiçbir gerekçesi yolu da yokken, sanki Osmanlı ambarından Türk’ten alıp Kürt’e veriyormuş gibi halkları karşı karşıya getirmenin beyhudeliği niye. Bugün Gezi’de Taksim’de kuşatmaya aldıkları Kürdistan’daki kuşatmayı delenlerle yalan çıkanlardır. Gelin yeni gördüğün yoldan geri dönenlerdir. En kestirme en doğru bildiğin yol, sürecin yolu değildir. Cehennemin yoluna dizilen taşlardan ibarettir. Ve dört bir yanımız isyanla iken isyana isyan etmenin mağdur hallerine düşmenin lüksünde zamanı değil.

Ve şimdi bizleri, şimdi isyanları tanımlayanlar kendilerinin tanımını yaparak durdukları yeri, söyledikleri sözleri, dayanılmaz hafifliğinde bu sahte bitimsellik çağrılığını yapmayı bir yana bırakıp varsa güçleri devleti, zorbalığı, iktidarlığın sömürüsünün beslediği haram lokmayı yalanlarla kurulan sırça sarayların tanrısal dokunmazlıklarını tanımlayın. Tarihle, bugünle, yarınla yüzleşmenin tam da zamanıdır. Kapitalist modernitenin hegemonik kıyısında asılı durarak tüm zamanların sarhoşluğunda aldığınız yol sona varmıştır. Halklardan çaldığınız ne varsa, yakalanmışken suçüstü geri verin. Ve taksim’de ve Gezi’de gençlik ruhunun kıvılcımı sizleri seviyorum. Siz isyandasınız ya, ben de isyandayım. Dört duvarın gücü yetmez sesinize, yüreğinize yoldaş, heval olmama ve birer birer yitirdiklerimiz yüreğimize sığdırdığımız son damlalar olsun. Barış olsun, özgürlük olsun!

Aysel Doğan
8 Ağustos 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; ozgur-gundem