Özgür Üniversite: “Muhteşem bahar fırtınası ve üzerinde tartışılması gereken modeller” – Emrah Cilasun

Model: “Huzur Sokağı”

Babasız büyümesine rağmen, kötü yola düşmemiş, içki, sigara, kumar nedir bilmeyen, namazında niyazında, hem kimya hem de Mesnevi okuyan, ekmeğini taştan çıkartan (pardon, Taksi sürerek çıkartan), mahallenin örnek delikanlısı, tabii genç kızların rüyası bir erkek düşünün. Adı Bilal. Bu Bilal’e sırılsıklam âşık anne ve babasına saygıda kusur etmeyen, itiraz nedir bilmeyen, başı kapalı itaatkâr genç bir kadın düşünün. Adı Şükran. Aynı Bilal’e âşık, zengin bir aileden, şımarık, huysuz, her şeye itiraz eden, itaat nedir bilmeyen ama Bilal’e olan aşkı sayesinde “tımar” edilmeye hazır, (şimdilik) başı açık genç bir kız düşünün. Adı Feyza. Üçü de aynı sokakta oturuyorlar. Sokağın adı “Huzur Sokağı”.

Buranın kaldırımı ve yolu pırıl pırıl, evler desen renk cümbüşü. Sakinleri ise her biri huşu içinde; aralarında ayrı gayrı yok. Bir hoş görü bir dayanışma sormayın gitsin… Bu anlattıklarım Yeşilçam ve Bollywood filmlerine taş çıkartan, vıcık vıcıkbir dizindendir. İsterseniz Şule Yüksel Şenlerin romanından uyarlanan bu televizyon dizisini, bir meşrubat şirketinin Ramazan’da yayınlanan reklam filmlerinin uzun metrajlı versiyonu olarak da sayabilirsiniz. Hani koca bir masanın etrafında her biri birbirinden güzel minik yavruların koşuştuğu, sakallı dedelerin, başörtülü ninelerin, her hallerinden uysal oldukları anlaşılan genç ev kadınlarının; bakımlı, temiz, genç erkeklerin, şen şakrak bir arada oturup, iftar açtıkları –tersinden tıpkı Kemalizm’in “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” toplumunu çağrıştıranreklam filmlerindeki gibi…

Rivayet odur ki, Tayyip ve Emine Erdoğan’ı vaktiyle tanıştıran ve evlenmelerinevesile olan Şule Yüksel Şenlerin bizzat kendisidir. Çiftin oğullarına “Bilal” adını vermelerinin nedeni de, Erdoğanların bu başucu romanından etkilenmiş olmalarıdır. Her halükarda “Huzur Sokağı” bana göre, AKP’nin topluma empoze etmek istediği siyasi ve ideolojik modelin en rafine halidir.

Model: Taksim Gezi Parkı

Fakat görüldüğü gibi, sonuna kadar meşru ve haklı olan, muhteşem 1 Haziran Bahar Fırtınası, AKP rejiminin empoze etmek istediği bu modeli ve onun ardındaki bütün bir dünya görüşünü fırlatıp attı. Türkiye’nin genç kadınları ne Şükran ne de Feyza; genç erkekleri de Bilal olmayacaklarını dosta düşmana beyan ettiler. Yıllardır hasreti duyulan devrimci bir atmosfer yarattılar.

Bu Bahar Fırtınası, toplumda içten içe biriken tüm çelişkileri resmen su yüzüne çıkarttı. On senelik AKP rejimiyle çelişkisi olan bütün toplumsal sınıf ve katmanlarbu Bahar Fırtınası’nda yer aldı. En başta isyanın ön saflarında, vücutları ve yaşamlarının gasp edilmesine karşı çıkan kadınlar olmak üzere, üniversitelisinden, gecekondulusuna, orta sınıfından sanatçısına, rejimin ve kamusal alanın İslamlaştırılmasından hoşnut olmayanından, bilimin üzerinde estirilen metafizik terörüne karşı gelen bilimcisine kadar herkes öfkesini ve isyanını dile getirdi.Velhasıl, on beş gün boyunca rejimin “çapulcu” diye adlandırdığı bu kitleler, siyaset sahnesine çıktılar. “Huzur Sokağı”nı söküp, Taksim Gezi Parkı’nı bu sahnenin tam orta yerine yerleştirdiler. Rejimin tahammül edemediği ama dünyanın tüm ezilenlerinin gıptayla izleyip ilham aldığı bu sahnede, daha iyi bir toplumun nasıl olabileceğine dair canlı tartışmalara tutuldular. Muazzam ve mükemmel bir deneyin hem yapıcısı hem de tanığı oldular.

“Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam”

14 Haziran’da Taksim Gezi Parkı’nda, rejimin “boşaltın” tehditlerine karşı direnme kararı aldıklarında, “bu daha başlangıç mücadeleye devam” sloganını formüle ettiler.

Kanımca bu slogan, sadece isyanın yeni bir dönüm noktasını müjdelemekle kalmıyor bilakis, zorunlu olarak farklı bir toplum arayışının siyasi ve ideolojikmücadele yoluyla tartışılmasını da beraberinde getiriyor. “Mücadeleye devam” sloganı bana, isyanın başından beri empoze edilmek istenen kimi görüş ve öneriler üzerinde serinkanlı düşünülmesinin ve tartışılmasının zaruri olduğunu gösteriyor.

İlginçtir, bu makalede üzerinde durulması gerektiğini düşündüğüm, fikirlerini 1 Haziran isyanına empoze etmeye çalışan burjuva dünyanın temsilcilerinin hiçbiri,açıktan isyanın karşısına dikilmemektedirler. Bilakis hepsi, aralarındaki tüm nüans farklılıklarına rağmen isyana sahip çıkıyormuş gibi yapıp; isyanın havasını almaya,ona kâh sağdan kâh soldan çelme atmaya çalışmışlardır.

İlk çelme: “İktidar dostu” Nilüfer Göle

Çelme atanların başında ilk sırada Nilüfer Göle gelmektedir. Göle, 6 Haziran’da, “T 24’deki köşesinde (zaten başka nerede olabilirdi ki?) yayınlanan “Gezi: Bir kamusal meydan hareketinin anatomisi” başlıklı makalesinde, “Batı kentlerini saran kızgınlar…, küresel neo liberal ekonomi karşısında ezilen yok sayılan insan haysiyetini dillendiriyorlar. Gezi işgal hareketi de liberalizmi eleştiriyor. Ancak meydana çıkanlar ekonomik krizin mağdurları değil. Her şeyin ticarileştiği ekonomik büyüme canavarının piyonları olmak istemiyorlar” diyor.

Nilüfer Göle, bütün bu laf kalabalığının içinde evvela isyancılarla dünyanın diğer yerlerindeki isyancıların arasına set çekmekte, daha sonra da 1 Haziran’da kenetlenen kitleleri bölmeye çalışmaktadır. Bir sosyolog olarak Göle, isyan eden kitlelerin farklı sınıf ve toplumsal katmanlardan geldiklerini; bu kitlelerin içerisindegörece iyi gelirli ama rejimden şu veya bu biçimde şikâyetçi olanlarla; köylerinden büyük şehirlerin varoşlarına sürülmüş, doğrudan bu neo liberal ekonominin mağduru konumundaki kitlelerin, yekvücut, TOMA’lara karşı can siper hane savaştıklarını adı gibi bilmektedir. Öyleyse “…meydana çıkanlar ekonomik krizin mağdurları değil. Her şeyin ticarileştiği ekonomik büyüme canavarının piyonları olmak istemiyorlar” sözlerinin içerdiği mesaj, “ey AKP, görmüyor musun? Bunların en azından bir kısmı, kapitalizme karşı değil. Sadece kapitalizmi eleştiriyorlar. Pastadan onlara da pay ver, olsun bitsin bu iş” diye okunabilir mi?

Mübalağa ettiğimi düşünenler varsa, Göle’nin ilerleyen satırlardaki şu incilerine dikkat buyursunlar: “Meydan hareketi siyasal partilerden bağımsız, otonom olduğu ölçüde, ağaçların gölgesinde masumiyetini koruduğu sürece, demokrasinin toplumsal muhayyelesini, dokusunu yenileyebilir. Tersine kendini siyasal hareket yerine koyduğu takdirde demokrasiden uzaklaşacaktır.” (abç)

Bu sözler alenen “isyanı sivil bir harekete çevirin, isyan ettiğiniz sisteme entegre olun” ve “zinhar demokrasiden uzaklaşarak aklınızdan devrim gibi kötü şeyler geçirmeyin” demekten başka bir şey değildir.

Nitekim Göle’ye göre, “Gezi meydan hareketi ‘saygı’ ve ‘edep yahu’ sloganıyla kamusal adabın önemini hatırlatıyor”muş ve “Yeni bir vatandaşlığın provası”nı yapıyormuş.

İnsan bu satırları okuyunca Cengiz Çandar’ın, neden Nilüfer Göle için “bu iktidara en dost düşünce insanlarından biri” dediğini anlıyor. (Radikal, 18 Haziran 2013) Yıllardır İslam’la moderniteyi barıştırmaya çalışan Nilüfer Göle, burada bir kez daha, AKP’nin yardımına koşuyor. İsyanın “Tayyip İstifa” sloganlarını bilinçlice göz ardı ettiği yetmezmiş gibi bir de, geleneklere isyan eden bu gençliği, talep dahi etmediği “saygı” ve “edep”le, ideolojik olarak üst yapının kültür ve din gibi kurumlarının prangasına vurmayı deniyor. Göle, aklı sıra işini sağlama alıp, sadece üst yapıyı değil aynı zamanda mevcut devlet aygıtının da çıkarlarını gözeterek, isyancıları “yeni bir vatandaşlık” bağıyla devletin kapısına bağlamaya çalışıyor.

İkinci çelme: fikri ve zikriyle Kemal Derviş

İsyancıları karşısına almadan onlara fikirlerini empoze etmeye çalışanlardan bir diğeri ise ABD’li düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü’nün Başkan Yardımcısı Kemal Derviş’tir. 10 Haziran tarihli Financial Times’da, “Protestolardan modern bir Türkiye yükselebilir” başlıklı makalesinde Derviş, ilk önce “Türkiye’nin Arap ülkelerindeki ayaklanmalar sırasında İslami referanslara sahip muhafazakâr bir partinin yönettiği iyi işleyen bir demokrasi olarak gösterildiği”nden bahsetmektedir.Kemal Derviş çocuk mu kandırmaktadır? AKP’yi model olarak Arap halklarına kimempoze etti?

İlk önce, Bin Ali’ye ve Mübarek’e karşı isyan eden milyonlarca Tunuslu ve Mısırlı kitlelere karşı kuklalarını savunan; ardından baktı ki olmuyor, devrilmelerineramak kala, mahsusçuktan bu isyanların yanındaymış gibi gözüküp; devrilen rejimlerin yerine İslamcıların gelmesine onay verip; onlara AKP’yi örnek almalarını empoze eden kimdir? ABD’sinden Avrupa’sına kadar bütün Think Thank’ler iki senedir ne yazıp çiziyorlar?

Devam edelim. Derviş, “göstericilerin hükümeti devirmek veya başkalarına bir şeyler empoze etmek gibi bir mesaj vermedikleri”ni yazarak adeta sevincini dile getirmektedir. Kemal Derviş’in bu tespiti, baştan sona kadar hem bir arzuyla karışık dezenformasyondur hem de bu isyana bilinçli bir müdahale etme çabasıdır. Zira Derviş, başından beri kulakları sağır edercesine kitlelerin haykırdığı “Hükümet İstifa” veya “Tayyip İstifa” sloganlarını duymamayı yeğlemiştir. Öte yandan bu isyanın kendiliğindenliğini ve bir siyasi önderlikten yoksun oluşunu fırsat telakki ederek, empoze etmek istediği modele kapı aralamak niyetindedir.

Derviş’in aynı makalede, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “uzlaştırıcı sözlerine” dikkat çekmesi, sadece Tayyip Erdoğan’ın müddetinin dolduğunun habercisi değildir. Aynı zamanda bu isyanın sonrasında, orta ve uzun vadede, Derviş’in temsil ettiği emperyalist dünyanın, Türkiye’nin başında kimleri görmek istediğinin de göstergesidir.

Ve nihayetinde Kemal Derviş’in “Şimdi gerçek bir Türk modeli inşa etme fırsatı var. İyimserim çünkü son dönemde yaşanan olaylar, ileriye bakan genç bir ülkeyi gösteriyor. Aynı zamanda da asırlar boyunca Mevlana, Yunus Emre veya Hacı Bektaş gibi Anadolu İslamı’nın büyük şahsiyetlerinin çok köklü hoşgörü ve evrensellik mesajı da var. Son olarak da modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün anısına gösterilmeye devam edilen saygı, cumhuriyetin modernite, kadın hakları ve refaha doğru giden zorlu yolda sağlamış olduğu büyük ilerlemeyi yansıtıyor” diye önerdiği model, hakikaten isyan eden kitlelerin üzerlerine geçirilmek istenen bir başka deli gömleğidir.

Zira tüm bu anlatılanların içerisinde evvela dikkat çekilmesi gereken “modernite” kavramıdır. Üzerinde istenildiği kadar oynansın, bu tılsımlı kavramın yegâne anlamı kapitalizmdir. Temelinde toplumsal üretimin şahsi gaspının yattığı bu üretim ilişkisinin, tüm dünyaya yayılmış ve entegre olmuş haline de emperyalizm denir. 1923’den beri Türkiye’nin gelmiş geçmiş tüm hakim sınıflarının kabul ettiği bu üretim ilişkisini, Derviş, yeni nesil isyancılara “ne olur ne olmaz” refleksiyle hem hatırlatmakta hem de yeniden ve yeniden bir daha empoze etmektedir.

Derviş’in bir cümle içerisinde “Mevlana, Yunus Emre veya Hacı Bektaş gibi Anadolu İslamı’nın büyük şahsiyetlerinin çok köklü hoşgörü ve evrensellik mesajı”ndan veaynı anda “Mustafa Kemal Atatürk’ün anısına gösterilmeye devam edilen saygı”dan bahsetmesi, öngördüğü modelin, 1923’den beri devam eden, “gelenek-din-resmi ideoloji”ye dayanacağını göstermektedir. Pek tabii ki Dervişin burada, modelin içinde yer almasını önerdiği isimlerle AKP’nin “Mevlana-Yunus- Said Nursi İslam’ıyla-kurucu önder Gazi Mustafa Kemal” denklemi, detayda değil ama özünde aynıdır. Velhasıl-ı kelam Derviş, AKP’nin “yeni Osmanlı”-İslam-Türk sentezine karşı eski bildik, Türk-İslam sentezini önermektedir.

Bugünkü modellerin dünkü versiyonları

Derviş’in bu önerisinden hareketle kısa bir tarih yolculuğu yapmanın faydası vardır. Serinkanlıca geçmişte kimin neyi, ne zaman ve niçin önerdiğinin bugünkü isyana katılanlar açısından mercek altına alınmasında sayısız fayda vardır.

Evvela üzerinde durulması gereken hususların başında Kemal Derviş’in göklere çıkarttığı Türk modernleşmesi gelmektedir. Unutulmamalıdır ki bu modernleşme, Cumhuriyet’in kurulduğu günden beri kadınların ezilmesiyle birlikte at başı gitmiştir. Bugün Tayyip Erdoğan’ın “Gazi Mustafa Kemal”i referans göstererek “Muasır Medeniyet”e vurgu yapması ve aynı anda “kadının görevleri” hakkında tehdit ve emir kipiyle konuşması birbiriyle çelişmemektedir. Bu bakış açısının kökleri Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına kadar uzanmaktadır. Kadınların bedenleri üzerinden kesilen bu ahkamlar, çok haklı olarak milyonlarca kadını çileden çıkartmakta ve öfkelendirmektedir.

Tayyip Erdoğan’ın bu buyrukçu tavrı, doğrudan doğruya üretim ilişkilerinin ve üst yapının zorunluluğundan ve gerekliliğinden kaynaklanmaktadır. Rejim açısından kadınların doğum makinesi olmalarının istenmesi esasen iki ana nedenedayanmaktadır: Birincisi, kapitalist üretimin ve olası savaşların harcanmak üzere yeni nesil kölelere ihtiyacı vardır. İkincisi, iş, mutfak ve çocuk arasında zincire vurulan kadın demek, nüfusun yarıdan fazlasının esir alınması, uysallaşmasıdemektir.

Açıkça belirtmek gerekir ki, aynı sebeplerden ötürü Derviş’in göklere çıkarttığı Mustafa Kemal’in de kadınlara yaklaşımı Tayyip Erdoğan’dan farklı değildi ve olamazdı.

Model: Mustafa Kemal13 Ekim 1925’de İzmir Kız Muallim Mektebi’nin talebelerine hitaben Mustafa Kemal şunları söylüyor:

“Türk kadını nasıl olmalıdır?“

Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletkar ve en ağır kadın olmalıdır. Ağır, sıklette değil, ahlakta, fazilette ağır, vakur bir kadın olmalıdır. Türk kadınının vazifesi, Türk’ü zihniyetiyle, pazısıyla, azmiyle muhafaza ve müdafaaya kadir nesiller yetiştirmektir. Milletin kaynağı, toplumsal hayatın esası olan kadın, ancak faziletkar olursa vazifesini yerine getirebilir. Her halde kadın çok yüksek olmalıdır. Burada Fikret merhumun herkesçe malum olan bir sözünü hatırlatırım: “Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 18, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2006, s. 69-70) (abç)

Bu satırların anlamı çok açıktır. Mustafa Kemal’in kadınlara biçtiği rol katiyen bir devrim değildi. Yaptıkları tamamen temsil ettiği kapitalist dünyanın zorunluluğundan kaynaklanmaktaydı. Onun önerdiği “rol” bir yandan İzmir İktisat Kongresi’nde (1923) benimsenen kapitalist üretim ilişkileri gereğince, toplumun yarıdan fazlasını oluşturan kadınların, ücretli köleler olarak seferber edilmelerini gerektiriyordu ve pek tabii ki İslami gelenek burada bir ayak bağı oluşturmaktaydı. Diğer yandan ise 1914-1923 arası savaşta azalmış nüfusun yeniden çoğalması gerekiyordu. Burada yeni rejimin, pederşahi ideolojiden hareketle kadına geleneksel “görevini” hatırlatması kaçınılmazdı. O nedenledir ki, Kemalizm, aile mevhumunu hiçbir zaman sorgulamadı. Bilakis Osmanlı toplumundan devraldığı geleneksel ilişkileri, aile örneğinde de sürdürmeye devam etti.

O yıllarda Mustafa Kemal’in pederşahiliğine ve kapitalist üretim ilişkilerine itiraz etmeyen ama toplumu bir arada tutan “çimento”nun ne olması gerektiğine ilişkin,İslami cepheden yükselen sesler vardı. Mustafa Kemal’e tam zıt öneriler getirdiği iddia edilen Said Nursi, bu İslami kesimin en önde gelen liderlerinden biriydi.

Model: Said Nursi

Said, toplumu bir arada tutması gerektiğine inandığı İslami “çimento”nun zaviyesinden bakarak, diğer pek çok konunun yanı sıra kadın ve erkek ilişkilerine dair de önerilerde bulunmuştur. İlk etapta Mustafa Kemal’inkinden çok farklıymış gibi gözüken bu önermelerin, İslam dinine dayanmanın ötesinde, özde aynı pederşahi ideolojiden hareketle yapıldığı görülecektir. İşte bir örnek:

“İzdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür [üremektir]. Kaza-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir [ayrıntıdır]. Madem, hikmeten, hakikaten, izdivaç; nesil içindir, nev’in bekası içindir. Elbette bir senede yalnız bir defa tevellüde [doğuma] kabil ve ayın yalnız yarısında kabil-i telâkkuh [hamile] olan ve elli senede ye’sen düşen bir kadın, ekseri vakitte ta yüz seneye kadar kabil-i telkih [üretme kabiliyetine sahip] bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pek çok fahişaneleri kabul etmeye mecburdur.” (Said Nursi, “25. Söz”, Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul, 1995’in içinde, s. 409)

Yukarıdaki alıntı, Said’in, kendisinde alenen kadın bedeninin üzerinde söz söyleme yetkisi bulduğunu göstermesinin ötesinde, kadınları sadece birer doğum makinesi olarak gördüğünün ve hitap ettiği çevreye de bunu telkin ettiğinin ispatıdır. Bununla birlikte Said’in burada vurgu yaptığı “medeniyet pek çok fahişaneleri kabul etmeye mecburdur” lafları ise, modern kapitalizmden yana olanlarla kendisinin temsil ettiği feodal değerlerin, kadın konusunda ortak bir kavşakta buluşmak zorunda olduklarını göstermektedir. (Günümüzde Said Nursi’yi ve Mustafa Kemal’i aynı anda göklere çıkartan çakma bir tarikat liderinin, kâh kapalı kâh başı açık “kedicikleriyle” her akşam TV ekranlarında, Nursi’nin “medeniyet pek çok fahişaneleri kabul etmeye mecburdur” sözünü görsel olarak da “medeni” topluma nasıl benimsetmeye çalıştığını hatırlatmak fayda var.)

Bugün bir yanda Tayyip Erdoğan’ın İslam ve geleneğe, diğer yanda Kemal Derviş’in aynı İslam ve gelenekle birlikte Mustafa Kemal’e vurgu yapmaları, aralarındaki siyasal ve ideolojik nüans farklılıklarına rağmen, tamamen aynı iktisadi sebeplere dayanmaktadır. İşte bu yüzdendir ki son derece haklı olarak, Tayyip Erdoğan’a ateş püskürürken, bilinçsizce Mustafa Kemal’in önerisine özlemle dönmek isteyen ya da Said Nursi’nin modelinde huzur arayan kadınların, yukarıda örneklerini verdiğim tarihsel gerçekleri incelemeleri ve üzerine tartışmaları oldukça gereklidir.

Zira kadını cinsel obje gören de; doğum makinesi yerine koyan da; köle gibi alınıp satılmasına imkan sunan da; erkeğin şiddetine maruz bırakan da; onların başlarını açan da kapatan da, aynı dünya görüşüdür: Kapitalist üretim ilişkileri ve Pederşahi ideolojisi.

Pederşahiliğin büyük biraderi:

Hakim ulus şovenizmiGünümüzde artık kapitalist üretim ilişkilerinden beslenmek zorunda kalan pederşahiliğin yani erkek şovenizminin münakaşa edildiği yerde bir nevi onunbüyük biraderi olan, hakim ulus şovenizminden bahsetmemek mümkün değildir.

Geçen yüzyılın başlarındaki dünya konjonktürü, Osmanlı imparatorluğu sonrası, yeni Türkiye’nin yapısal inşasına kapıyı aralamıştır. Yeni devletin, yeni resmi ideolojisi olan Kemalizm içeride başta Kürt ulusu olmak üzere bütün diğer azınlık milliyetleri yok saymakla kalmamış, aynı zamanda onlar üzerinde koyu bir milli zulüm uygulamıştır. Bugün Kürt halkının meşru özlemine karşı kimi Kürt milliyetçisi güçlerle anlaşsa da, AKP rejimi “tek bayrak, tek millet, tek vatan” zulmüyle aynı hakim ulus şovenizmini –bu sefer Kemalizm’i değil İslam’ı öne çıkartarak-, başta Kürt ulusu olmak üzere bütün diğer azınlık milliyetlereuygulamaktadır.

AKP, uluslararası konjonktürün kendisine sunduğu imkânları da fırsat bilerek, ABD ve Avrupalı emperyalistlere adeta “sizin buradaki çıkarlarınızın güçlü koruyucusu ben olabilirim” mesajını vermiştir. Tarihin tozlu sandığından Osmanlı aksesuarlarını çıkartmıştır. Bunun içindir ki içeride ve dışarıda, özünde ikisi de birbirinin aynadaki yansıması olan, Türk-İslam’ın yerine İslam-Türk ağırlıklı resmi ideolojiyi inşa etmeye başlamıştır. “Hoş görü”, “yardım severlik” adı altındaki ağabeyliğin ve hakim ulus şovenizminin tiksinti veren savaş çığırtkanlığı, bu yeniresmi ideolojiye dayanmaktadır.

1 Haziran aynı zamanda bu resmi ideolojinin kendisine de bir isyandır. Çeşitli milliyetlerden halk kitlelerinin Taksim’de yekvücut olması, tabii ki Tayyip Erdoğan’ın kimyasını bozmuştur. Resmi ideoloji ve onun böl-parçala-yönet taktiği bizatihi kitleler tarafından birbirinden güzel hiciv ve teşbih sanatıyla madara edilmiştir. Lice’de kurşunlanan Kürt köylüsüne sahip çıkılarak ezilenlerin birliğinin gerçek bir güç olduğu gösterilmiştir.

Resmi ideolojiyi reddeden isyancıların, John Lennon’ın “Imagine”ını ya da Nazım Hikmet’in “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşcesine…” mısralarını öne çıkartmış olmaları üzerinde önemli durulması gereken bir husustur.Zira her iki sanat tasviri de isyan eden neslin farklı, bambaşka bir dünya arzuladıklarının güçlü ispatıdır.

Komünizmin Yeni Sentezi

1 Haziran isyancılarının ezici çoğunluğunun, yaşları itibariyle gerçek bir sosyalist ülke tecrübesini yaşamamış oldukları bir gerçektir. Komünizm hakkında bütün bildiklerimizin, toplumun üst yapısının yıllardır kafamızı ütüleyen antikomünizmden ibaret olduğu kesindir. Komünizm adına ortalıkta duyduklarımızsa,komünizmin eski, gri, soluksuz, küf tutmuş halidir. Fakat öte yandan bugün ilgi ve heyecan duyulan 60’ların müziğinin, edebiyatının, resim ve film sanatının o yıllarda esen devrimci fırtınadan doğrudan etkilendiği göz önünde bulundurulmalıdır. İsyancıların, geçmişte ki gerçek sosyalizm deneylerinden etkilenen sanatçılardan esinlenmeleri adı konulamayan bir özlemin ifadesidir. Nazım Hikmet’in “yok edin insanın insana kulluğunu” çağrısı; Lennon’ın özlemini duyduğu “Sınırların, savaşın ve dinin olmadığı” dünya; komünist dünyaya duyulan hasretin ta kendisidir.İstedikleri kadar Göle’den Derviş’e, sistemin sivil bekçileri, biber gazlarının ortasında kalan isyancıların akıllarına bir devrimi, hele hele komünist bir devrimigetirmemeleri için, arkadan dolanıp, burjuva dünyanın ideolojik sis bombalarını atsınlar. Komünist dünya görüşü kendi yatağını bulacaktır. Hiç şüphesiz, bu kendiliğinden olmayacaktır.

Komünist bilim ve ideoloji yüz elli seneyi aşkın başarılarının ve başarısızlıklarının ardından şimdi tarihinin ikinci etabını yaşamaktadır. Bob Avakian’ın Yeni Sentez’i, bu ikinci etabın teorik pusulasıdır. Şayet “yarın, bugünün içindeyse”, bugün döne döne, devrimi ve devrim sonrasını tartışmaya ve daha çok tartışmaya mecburuz. Bunların hiçbiri küçümsenecek ve ertelenecek meseleler değildirler. Zira devrim yapmak için gerekli olan siyasi ve teorik donanımın malzemesi mevcuttur. Bob Avakian’ın Komünizmin Yeni Sentez’i fazlasıyla araştırılmayı ve üzerine kafa yorulmayı hak etmektedir.

Emrah Cilasun
6 Temmuz 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; ozguruniversite.org