Yapı: ‘Kamu’nun ‘Kamusal Alan’la İmtihanı

Türkiye (ve dünya), günlerdir Uğur Tanyeli’nin ifadesiyle ‘ilk kez mimarlık aracılığıyla itiraz eden bir toplumsal hareket’i tetikleyen Gezi Parkı olaylarını tartışırken; aslında, otoriteyi temsil eden ‘kamu’yla halkı mimleyen ‘kamu’yu ‘kamusal alan’ üzerinde karşıkarşıya getiren pekçok örnek var.

parkcokguzelgelsene

1974′te Türk – Alman Kültür Merkezi tarafından Türkiye’ye getirilen ‘PROFITOPOLİS / Çıkarcılık Şehirleri’ sergisininin düzenleyicilerinden Wend Fıscher, Yapı Dergisi için kaleme aldığı değerlendirmeye MÖ 429′da ölmüş Atinalı devlet adamı Perikles’ten bir alıntıyla başlamıştı:

“İçimizde evimiz ve kentimize duyduğumuz özeni birbirinden ayrılmaz duygular olarak taşırız. Kişiler ayrı çabalar içinde de olsalar, kent sorunları karşısında kimse umursamazlık edemez. Bizde, kent sorunlarına aldırmayan kişiye sessiz bir yurttaş değil, kötü bir yurttaş denir. Kentimizi ilgilendiren konulara bizler karar verir ya da bu konuda en doğruyu bizler düşünürüz. Çünkü eylemden önce girişilecek sözlü tartışmalar zararlı sonuç vermez; ama bu tür görüşmeler yapılmadan girişilen işler olumsuz sonuçlar doğurabilir”.

Fischer yazısında, “Kentlerimizin geleceği için duyduğumuz kuşku, demokrasimizin geleceği ile bağlantılıdır” diyordu ve şehirciliği de yurttaşlar katılmadan yerine getirilemeyecek bir politik görev olarak tanımlıyordu.

Türkiye (ve dünya), günlerdir Uğur Tanyeli’nin ifadesiyle ‘ilk kez mimarlık aracılığıyla itiraz eden bir toplumsal hareket’i tetikleyen Gezi Parkı olaylarını tartışırken; gelişmeleri bu çerçevede, yani hızla artan kentleşme, kente dair karar alma mekanizmalarının yerelleşmesi ve şeffaflaşması, katılımcı planlama, koruma, ekoloji gibi kavramlarla ele almaya çalışan isimler oldu. Dikkatimizi çeken bazı örnekleri hatırlatmak istedik:

ny01

Foto: Robert Stolarik / The New York Times

OWS

Bazı isimler ve yayın organları tarafından ‘Arap Baharı’ olaylarıyla karşılaştırılan Gezi Parkı direnişi için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Londra’da 2 yıl önce benzer problemler yüzünden arabalar yakıldı, dükkanlar yağmalandı, insanlar yaralandı. İspanya’da ekonomik krizin yol açtığı isyanlarda, insanlar meydanlara döküldü. Amerika’da ‘Occupy Wall Street’ aylarca devam etti. Üniversite kampüsleri aylarca işgal edildi. Türkiye’de olup bitenler, bu anlattığım batı ülkelerindekilere benziyor, Ortadoğu ülkelerindekilere değil” değerlendirmesini yapmıştı. Gerçekten, her ne kadar çıkış noktası farklı olsa da ve ‘sosyal ve ekonomik eşitsizlik, yüksek işsizlik oranı, açgözlülük, yozlaşma ve özellikle finansal hizmetler sektörüne ait şirketlerin devlet üzerindeki aşırı nüfuzu’ gibi nedenleri hedef alsa da, ‘Occupy Wall Street’ eylemlerinin öznelerinden biri de Wall Street’te yer alan Zuccotti Park’tı. Chris Cobb, 19 Ekim 2011′de Domus’ta yer alan yazısında ‘Wall Street’in işgalini ve mekanın ele geçirilişini’ şöyle aktarıyordu:

“Zuccotti Park, 11 Eylül 2001’de meydana gelen saldırılara dek, etkileyici bir WTC (Dünya Ticaret Merkezi) manzarasına sahipti. İkiz Kuleler’den sadece bir blok ötedeki park, Brooklyn ve Wall Street civarında çalışanların öğle yemeklerini yedikleri, sohbete tutuştukları mekandı. Kuleler yıkıldıktan sonra ise, kurtarma ekibi ile teçhizatının sahnelendiği bir alana dönüştü. O günden bu yana da Manhattan’ın yoğun peyzajı içinde sakin bir vaha görünümünde.

Ancak Ekim 2011’de yaklaşık 200 kişilik mütevazi bir protesto grubu ile başgösteren OWS hareketi, üç dönümlük alanı kalabalıktan aşılmaz hale getirdi. Nitekim protestonun asıl amacı -adından da anlaşıldığı üzere- alanı gerçek anlamda işgal etmekti. Giderek artan sayıda insan, kamp yapmak üzere, kişisel eşyalarını, uyku tulumlarını, evcil hayvanlarını yanına alarak geriye kalan açık alanları doldurmak üzere Zuccotti’yi mesken edindi. Artık parka, sabah 9:00’da başlayıp akşam 22:00’ye kadar süren aralıksız bir davul sesi hakimdi.

NYPD (New York Polis Departmanı) kamplaşmanın önlemini, Wall Street bölgesini barikatlar labirentine çevirerek aldı. Polis tarafından yaratılan tecrit, zaten tıkalı olan alanı daha da tıkanık hale getirdi.

‘Ev’ sorunsalı

17 Eylül’de başlayan protestoların başında kendine yeten bir topluluk görüntüsü çizen OWS, giderek daha hantal bir mini-topluluk halini aldı. Olaya aşina olmayanlar için kafa karıştırıcı bir programa ve mekansal politikaya sahip görünen OWS’nin, parkı kâh planlı kâh doğaçlama bir şekilde kullandığı söylenebilir. Bir zamanlar Le Corbusier’nin de vurguladığı gibi, ‘ev’ çözümü olmayan bir sorundur ve kendisini inşa edenlerin yansıması olma eğilimindedir. Zuccotti Park bunun harika bir örneği. İnsanlar alanın her yanına çadırlarını, tentelerini, sırt çantalarını yerleştirmiş durumdalar. Kimi açık havada uyuyor, kimi iki ya da beş kişilik gruplar halinde toplaşıyor. Koliler masa oluyor, kullanılmış pizza kutuları pankart malzemesine dönüşmüşüyor. İnsanlar, etrafta buldukları her şeyi ev yapmakta kullanıyor. Sabahları alandan geçerken eğreti barınaklardan dışarı taşan el ve ayakları görüyorsunuz. Çoğu gün, nüfus öğlen itibariyle 2000 – 3000 kişiyi buluyor.

‘Özel kamusal alan’

Parkın işgal edilmesi, kamusal ve özel alana dair bir dizi çelişkiyi de beraberinde getirdi. Bu çelişkilerin ardında, alanın 24 saat açık tutulması zorunlu özel park statüsünde olması yani belediyeye ait olmaması yatıyor. Protestocular araziye sahip çıkmak isterken, kent yönetimi alanı terk etmelerini istedi. Parkın sahibi emlak yönetim şirketi Brookfield Properties’in tek yapabildiği durup olayları izlemek oldu. Zuccotti özel bir park olduğu için yerel yönetim zor kullanamadı. Bu noktada devreye giren polis, tüm protesto alanını kontrol altına almak adına parkı çevreledi. Protestocuların çoğu gençlerden ve yerel halktan oluştuğu için için asıl mesele güvenlikti. Özellikle senenin başında Londra’da yaşanan şiddetli ayaklanmalardan çekiniliyordu. Belediye Başkanı Michael Bloomberg’in temel çekincesi, etrafta maskelerle dolaşıp ateş yakan ve taş atan bir güruhu güney Manhattan’dan uzak tutmaktı. Polisler, Londra’daki olayların tekrarlanmaması için alanda hazır beklediler. Öte yandan protestocuların en az istediği şey buna sebebiyet vermekti. Pasif direnişe dayalı bir politikayı ayakta tutmak için de yoğun çaba sarf ettiler. Nitekim, binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen günlük New York ve Wall Street yürüyüşleri süresince ne tek bir taş atıldı ne de tek bir evin camı kırıldı. OWS’nin çeşitli gruplarınca günlük olarak yapılan toplantılarda; pasif direniş, demokrasi ve birlikte karar alma ilkelerinin güçlendirilmesine ilişkin hususlar görüşüldü.

Şiddet eğilimli bir çeteden çok uzak bir tablo çizen OWS hareketi, Zuccotti Parkı ve civarında kendine has bir kültür yarattı. Göstericiler, yan yana dizdikleri süt kasaları ve plastik kaplamalardan, herkesin gelip yemek yiyebileceği düzgün bir ücretsiz yiyecek istasyonu oluşturdular. Ayrıca parkın ortasına denk gelen bir noktaya, insanların gün boyunca bir arada oturup araştırma, okuma ve tweet’leme yapabileceği bir teknoloji merkezi bile kurdular.

Potansiyeller ve çelişkiler

Öte yandan, OWS hareketindeki çelişkiler polis konusu ile sınırlı değil. Bölge sakinlerinin aralıksız devam eden davul seslerinden bunalmış olması da önemli bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Her gün parkın doğu tarafını mesken edinen gençler davul benzeri bilumum enstrümanı, ellerinden geldiğince yüksek bir sesle icra ediyor. Brookfield Properties tarafından ifade edilen bir diğer kaygı ise hijyen konusu.

Uluslararası basının protestoya olan ilgisi arttıkça, Zuccotti Park’a akın eden gazeteciler de alanda kendilerine ait bir köşe ayırmaya koyuldu. Televizyonlar, radyolar, hatta sanat fotoğrafçıları parkta konuşlanmış halde. Parkın bir yanında, ABC News muhabirinin sorularını yanıtlayan evsiz bir anarşistle, diğer bir yanında fotoğrafı çekilen emekli bir profesörle karşılaşmak işten bile değil. Bu da ister istemez tuhaf bir manzara ortaya koyuyor.

Tüm bu çelişki potansiyeline rağmen, insanların sorunları çözmek için yollar geliştirdiği de söylenmeli. Başta geçici ve dağınık bir şekilde parka yayılan uyuma, yemek yeme ve pankart yapma alanları kendi ayak izlerini oluşturacak şekilde kademeli olarak geliştirildi. Bir harita oluşturularak yiyeceklerin uyuma alanında depolanmaması ve tabelaların yemek hazırlama alanlarında üretilmemesi sağlandı. OWS’nin bu doğrultuda getirdiği inovatif çözüm ise, farklı renklerde maskeleme bantları ile zeminde ilgili alanların işaretlenmesi oldu. Artık uyuma alanı güneydoğu diliminde toplanmış durumda, yemek alanı ise parkın ortasında merkezi bir koridor oluşturuyor. Hareketin odak noktasını oluşturan yemek alanı, servis masalarından bulaşık yıkama istasyonlarına kadar her şeye sahip. Hatta organik atıklar bile gübre kullanımı için toplanıyor .

Her ne kadar iyi niyetle yapılmış olsa da OWS haritası bile potansiyel çelişkilere işaret ediyor. Kendi özel alanlarını yaratmış pek çok kişi bu yeni haritalama nedeniyle, aniden tek bir alana itildi. Bu insanlar ne kadar idealist de olsalar, kendi özel alanlarının ellerinden alınması hoşlarına gitmemiş olmalı. Öyle ki, parkta uyuyan pek çok kadın, protestonun karar alıcı organı olan Genel Kurul’a bu konuyu taşıdı.

‘Mini bir New York’

Bir ay süren heyecanlı bir sürecin ardından, banyo eksikliği, polisin alanda sürekli varlık göstermesi ve nüfusun giderek kalabalıklaşması büyük bir sorun haline gelmeye başladı. Farklı çözümler bulundu ve gruplar arasında şu uzlaşmaya varıldı: OWS’ye yeni katılmak isteyenler, Washigton Square Park’a yönlendirilecek. Ancak ikinci bir park, hareket için bir sınav niteliği taşıyor. Zuccotti’de binlerce kişinin beslenmesini sağlayan lojistik sistemin kurulması yeterince zorlayıcı oldu. Öte yandan hijyenik koşulların sağlanması için sürekli çalışan bir ekip söz konusu. Kütüphane grubu binlerce kitabın yönetiminden sorumlu. Tıbbi grubunun 24 saat işbaşı yapması öngörülüyor. Basın grubu, çığ gibi büyüyen medya araştırmaları ile ilgilenmek durumunda. Sosyal yardım grubu diğer siyasi ve aktivist grupların taleplerine yanıt veriyor. Sanat grubu, sokak tiyatrosu ve sanat sergilerinin düzenlenmesini kolaylaştırıyor. Bunun dışındaki diğer tüm gruplar ise birlikte Genel Kurul ’u meydana getiriyor. Washington Square Park da aynı altyapıyı geliştirme ihtiyacı duyacak mı yoksa protestocular, kendilerine bağışlanan yemekleri almak için 2,5 km kat edecekler mi?

Tüm kakofonisi ve çok sesliliğiyle OWS, mini bir New York’u bir araya getirmiş durumda. Farklı mizaçlarına ve tuhaflıklarına rağmen protestocular, farklılıklarını bir kenara koyup huzur içinde yaşamanın yolunu buldular. Sonuçta herkesin uykuya, yiyeceğe ve barınağa ihtiyacı var ve bu ortak noktalar farklılıklardan daha ağır bastı.

Kış gelse de bu sirk yine devam edecek, insanlar yine buraya gelip protestoculara aval aval bakacaklar ve medya ne olup bittiğini ortaya çıkarmak için yine canını çıkaracak. Kesin olan bir şey var ki o da OWS’nin geride, etkisi uzun süre geçmeyecek bir iz bırakmış olması”. Başka bir zaman, başka bir park

Gezi Parkı olayları devam ederken, Yavuz Baydar başka bir ülkedeki başka bir parkın hikayesini anlatıyordu. 13 Haziran günü T24′te yar alan yazısında 1971’de olup bitmiş bir ‘karağaaç muharebesi’ni aktaran Baydar, İsveç’in başkenti Stockholm’ün ev sahipliği yaptığı mücadeleyi şöyle özetliyor:

“Sene 1970. Sonbahar. Sosyal Demokrat Parti (SAP) ülkeyi 40 yıldır tek parti iktidarı olarak yönetmekte. Partinin gücünden, Olof Palme’nin karizmasından kimsenin kuşkusu yok, ama bir de özgür yurttaşlık olgusu var tabii. İsveç de 1968’in ekonomik olarak doygun, ‘sistemin zeki ürünü’ gençlerinin kıtadaki kalkışmasından pay almış durumda. Yeni bir kuşak ahlaki değerleri, eski düzenin vesayetini ve çevreyi hiçe sayan kalkınma projelerini kıyasıya sorguluyor.

SAP’nin büyüme ve modernleşme çılgınlığının bir ucunda, yeni bir metro hattı var. Bu hat yapılıyor, henüz açılmamış. Bir durak da Kraliyet Bahçesi’nde tasarlanmış. Stockholm belediye meclisi de sosyal demokratların elinde. Bu kesimde yaşlı bir grup, metro çıkışı için yer ararken, mimar ‘en uygun yer burasıdır’ diye 13 karaağaç grubunun tam ortasını gösteriyor. Niye? Çünkü orada toprakta bir yumuşak damar var ve açılması kolay. Buna en çok belediye meclisinin kilit SAP’li ismi Holger Blom ikna oluyor. Ve, allem kallem ederek, İsveç medyasını da kandırarak, bu ağaçların zaten çürük, yarı ölü olduğunu işleyip durmaya başlıyor.

Ama, zaten Klara’da pek çok yeni projeyle kent dokusunun yerle bir edildiğini düşünen çevreci bir grup (yaşları 18-30 arasında) kötü kokuları almıştır. Bu işte bir sakatlık vardır. ‘Ağaçlar göz göre göre gidiyor’ feryadıyla – ki sonradan haklı oldukları anlaşılacaktır – ‘Alternativ Stad’ (Alternatif Kent) pasif direniş grubu kurulur hemen. Bir telefon zinciri de oluşturulur, çünkü kimse testerelerle ne zaman geleceklerini bilemez. Sosyal demokrat çoğunluk kendinden emin ve kararlıdır. Ancak, ileri geri tartışmalarla oylama süreci 1971 baharına sarkar.

Ve, Palme’nin de bastırmasıya, 23 Nisan 1971’de ağaçlara idam kararı çıkar. Sosyal demokratlar bütün ‘yapmayın etmeyin kardeşim, başka yer mi kalmadı bir metro çıkışı için’ feryat figanına aldırmadan 34 muhafazakar oya karşı 64’le ‘durmak yok, yola devam’ der. Kararı duyan genç çevreciler, parka doluşur. Çadırlar, uyku tulumları ve mataralar sefertaslarıyla bir büyük bekleyiş başlar. Ama bunlara polisten önce pek aldıran olmaz. Zira ortada bir icraat kararı yoktur.

Günler geçer. Tam direnişçiler gevşemeye başladığında, 11 Mayıs 1971 geceyarısına doğru, bunlardan biri evinde çalan bir telefonla yatağında hoplar. Karşı hatta fısıl fısıl bir kadın sesi duyulmaktadır. Bu, bir polisin karısıdır. ‘Bizimkine az önce telefon geldi, apar topar çıktı, geliyorlar ha, size kolay gelsin, kalbim sizlerden yana, dayanın’ der kadın, ve kapatır.

12 Mayıs sabaha karşı saat 01.00 sularında, ağaçların etrafında birikenlere 2 bin kişi daha katılmıştır. Saat 02.00’ye doğru ellerinde elektrikli testerelerle orman işçileri, yanlarında polislerle zuhur eder. 02.30’dan itibaren muharebe başlar. Direnişçilerin bir kısmı hazırda tuttukları zincirlerle kendilerini kalın ağaç gövdelerine bağlamış, bir kısmı ağaçların tepelerine çıkmış, bir kısmı da ‘siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın!’ misali, polislere karşı kolkola saf tutmuştur. Kavga hızla sertleşir. Polisler başa çıkamayınca atlı polisler de çağrılır ve arbede günün içine yayılır. Kafa göz yarılır, yer misin yemez misin olur. Ama, polis şiddeti arttıkça, buna pek alışkın olmayan, zaten metazoriye vücut kimyası bozulmuş olan muhafazakar, sosyalist, anarşist, feminist, dindar, hippi kim varsa parka akın eder. Aralarında bastonlarıyla polise girişen 80’likler de vardır. Savaş tam beş gün sürecektir.

İkinci günden itibaren bütün kent merkezi ayağa kalkıp seferber olmuş, tanınmış şarkıcılar, rock grupları ve tiyatrocu tayfası da orada birikmiştir. Bob Dylan, Joan Baez, Pete Seeger şarkıları,; Martin Luther King’in sloganları gırla gitmeye başlar. Üçüncü gün, kafa göz yarma devam ederken, yan taraftaki görkemli opera binasının ağaçlı kısma bakan terasında kocaman koro belirir. Ve bu ‘burjuva’ korosu, muazzam bir yorumla, John Lennon’ın ‘Power to the People’ (‘İktidar Halka’) şarkısını söyler!

Direniş ve kör inat, sosyal demokratları bölmüştür. Baştan beri ‘şımarık bu çocuklar, ne istediklerini bilmiyorlar, neleri eksik’ gibi konuşan ünlü Maliye Bakanı Gunnar Strang gibi ‘gri sosyal demokratlar’ (eski kuşak partililer) güçlerini kaybetmeye başlarlar. Palme, direnişçilerin sosyal demokrasi başarı öyküsünün ürünü yeni kuşak olduğunu, çevreci mesajların hiç de boşa verilmediğini kavrar; buna direnmenin partiyi zayıflatacağını da görür ve karardan vazgeçer. Ağaçlar kurtulur. Altlarındaki kafe faaliyetine devam eder. Metronun çıkışı da karşı sokakta bir yere kaydırılır”. Yine Stockholm; bu kez bir meydan düzenlemesi

BirGün Gazetesi de 17 Haziran tarihli haberinde Stockholm’den bir başka deneyimi okuyucularıyla paylaştı. ‘Bu da İsveç’in Gezi Parkı’ başlığıyla yer alan haberde, kentin önemli meydanlarından Slussen’deki yeniden yapılandırma süreci anımsatıldı. Deniz taşımacılığı, metro ve otobüs hatlarıyla kent ulaşımının ana merkezlerinden biri olduğu vurgulanan haberde, Slussen Meydanı için ilk olarak 1991’de bir yarışma düzenlendiği hatırlatılıyor ve gelişmeler şöyle aktarılıyor:

“Bu yarışmadan çıkan projeler, pek rağbet görmemiş. 2004’te tekrar, ‘gelecekteki Slussen’i nasıl şekillendirileceğiz’ diye bir yarışma daha yapılmış. 2007’de bu kez, Slussen Meydanı için bir kent kurulu oluşturulmuş ve bu kurul seneler boyunca sunulan önerilerden iki farklı alternatif üretmiş. İkiye indirilen Slussen Meydanı projeleri, maketlendirilip sergiye açılmış. Tartışmalar alevlenince, bu kez 2008’de beş farklı mimarlık ofisi Slussen’in nasıl şekillendirileceğini tekrar projelendirmiş.

29 Eylül 2011’de, yeni Slussen için Şehir Yapılandırma Kurumu’nda, detay planı karara bağlandı. Detaylandırması tamamlanmış yeni Slussen Meydanı, dört ay sonra belediye meclisinde oylandı. Muhalefet partilerinin desteği alınmadan konu çözüldü. 51 evet oyuna karşı 48 hayırla Stockholm Belediye Meclisi’nden karar geçirilirken 50 kişilik bir grup, meclis binası önünde protesto gösterisi yapıyordu; ‘Slussen’i olduğu gibi koruyalım’ diye bağırıyorlardı. Protestoların da etkisiyle belediye meclis üyeleri projenin inşaatına iki yıl içinde başlanmayacağını garanti etti. Şimdiye kadar da Slussen’e kazma vurulmadı.

slussen

Yeni Slussen projesiyle kimse bu meydana bir AVM dikmiyor. Ortada kesilecek, taşınacak ağaçlar da yok. Yapılmak istenen Slussen otobüs hatlarını rahatlatacak bir yol genişletme ve yenilemesi ile bazı su kanallarıyla köprü altlarının tekrar düzenlenmesi. Slussen’de küçük teknelerin kullanımına açık su kanallarının kenarlarındaki alanlar, kentin ayaşlarının yaz aylarında yatma kalkma mekânı. Yapılandırmaya itirazlardan biri de Stockholm’ün ‘çapulcu’larının rahatı bozulacak diye geliyor. Başkentliler, Slussen’deki yeniden yapılandırmanın, oradaki çapulcuları rahatsız edeceğine ve bu semtle, bu meydanla birlikte anılan bu insanları yersiz bırakacağına inanıyorlar.

Slussen’deki yeniliklere son ses karşı çıkanlardan biri de 70’lerin efsanevi İsveç müzik gruplarından biri ABBA’nın üyelerinden Benny Andersson. İsveç’te ABBA için geçtiğimiz haftalarda bir müze açıldı. Bir zamanlar üyesi olduğu bir grup adına müzesi olan bir sanatçı, Benny; “Eğer Slussen yapılandırma planlarını çöpe atılırsa ABBA’nın tekrar birleşip sahne almasına çalışacağım” diye söz veriyor. Benny “ABBA olarak Slussen için bir şarkı da yazarız” diyor. Şimdilik Slussen’de eylül ayına kadar bir inşaat görünmüyor. Tüm çalışmaların 2020’de tamamlayacağını söyleyen Stockholm Büyükşehir Belediyesi’ne 6 bin 500 imzalı yeni bir itiraz mektubu ulaşmış bile”. Stuttgart 21

Sezin Öney ise, T24′teki blogunda ‘Stuttgart 21′ olarak bilinen ve tren garının hızlandırılmış ağlarla bağlanarak yer altına alınması projesini anımsattı. Öney’e göre yaklaşık 7 milyar euroya mal olacağı söylenen proje, eyalet desteğinin yanısıra Şansölye Angela Merkel’in tüm siyasi ağırlığını koymasıyla ‘iktidarı’ da arkasına almıştı. Öney, sonrasını şöyle aktarıyor:

“Ancak, bölgedeki doğal yaşam çeşitliliğin zarar görmesi, ağaçların kesilecek olması gibi çevreci kaygıların ötesinde, bu kadar maliyetli bir projeye girişilirken halka danışılmaması, şeffaf bir süreç yürütülmemesi, her kesimden insanın bir araya gelerek ardı arkası kesilmeyen gösteriler yapmasına yol açtı. Muhafazakâr bir siyasi yapısı olan Stuttgart’ta, tarihinin en büyük gösterileri olduğu, 600 bin nüfuslu kentteki kimi protestolarda 100 bin kadar kişinin sokağa döküldüğü söyleniyor.

protesto01

Sonunda, 1948’den beri Stuttgart’ta iktidarda olan Hıristiyan Demokrat Parti (CDU), 2011’de yerel seçimleri kaybetti. Yeşiller Partisi, ilk kez, Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Özgür Demokratlar (FDP) ile koalisyon kurarak, CDU’nun kesintisiz iktidarına son vermiş oldu. Bu koalisyon, Yeşiller’in liderliğinde, 2011’den beri, Stuttgart’ın başkenti olduğu Baden-Württemberg eyaletinde hükümette. Yeşiller başta olmak üzere, koalisyon ortaklarının tümü, projenin yapılıp yapılmaması konusunda, halka başvurmak gerektiğini savundu. Yoğun bir siyasi savaşın sonucunda, referandum fikri kabul gördü de. Kasım 2011’de yapılan referanduma, halkın yüzde 50’si katıldı ve katılanların yüzde 59’u projeyi reddetti.

Sonuca ‘halkın zaferi’ dendi; ama ne oldu? Hiçbir şey; projenin ilk gündeme geldiği 1990’lardan beri öyle taahhütlere girilmiş ki eyalet yönetimi tarafından, geri dönülmemesi pek mümkün değil. Referandum, konuyu hiçbir sonuca bağlamadığı gibi, var olan demokrasi krizini derinleşerek sürmesine de neden oldu.

agac

Bardağın boş tarafı; bugün proje, hala “düşük yoğunluklu” olarak devam ettirilmeye çalışılıyor. Öte yandan da, halen tek bir ağaç kesilmiş değil. Dahası, konu Merkel’i iktidardan düşürebilecek noktaya gelebilir, “bu projede ne maddi ne siyasi artık önümüzü göremiyoruz” korkusu da partisi CDU içinde daha çok konuşulur olunca, fiili olarak projenin rafa kalktığını söyleyebiliriz”.

18 Haziran 2013
Kaynak; yapi.com.tr