Jiyan org: Algının kapıları – Niyan

tayyiperdogan

Psikolojide “Yansıtma” denilen bir savunma mekanizması var. Kişi kendi yaptığı ve kabullenmediği iftira, provakasyon, yalan, komplo, acımasızlık gibi olumsuz davranışları, tehdit olarak gördüğü “ötekine” yansıtır ve ötekinin yaptığını iddia eder. Yansıtma, kendini haklı görmeye muhtaç bir ego zafiyetinin, patolojinin boyutlarına göre, açlığını diğer insanlar üzerinden gidermesidir. Kişi, kendisine yöneltilen her eleştiriyi genellikle aşağılayıcı ve yüksek bir tondan başkasına yönelterek, dağılmayı önlemeye, narsistik bütünlüğünü korumaya çalışır. Yansıtma yapan kişi, yansıttığı tüm davranışları kendisi gerçekleştirmektedir ve saldırdığı “öteki”nin bu durumla herhangi bir alakası yoktur. Kişi ne kadar yansıtma yapıyorsa, aynı ölçüde kendisiyle ve gerçekle yüzleşmekten kaçar. Tüm mücadelesi, ruhsal enerjisinin son damlasına kadar kendinden kaçınmaya yöneliktir. Kişi korku doludur.

Sosyolojik boyutta, toplumların başlarına gelenler, baştakilerin patolojilerinden daha fazlasıyla açıklanmak durumunda. Toplumda tek adam konumunda olan adamların çeşitli kişilik bozukluklarını yoksayamayacağımız gerçekliğiyle birlikte, bir topluluğu tüm tarihi ve bileşenlerinin gelişimi ile ele alarak bugününü anlamaya çalışmak, sadece iktidar sahibinin kişi olarak yaşadığı psikolojik sorunları değil, fakat iktidarın sistem olarak kullandığı yöntemleri görünür kılmadan başarılabilecek bir şey değil. Yönetici açısından, bireysel olarak yaşanması ihtimal dahilinde olan çeşitli egosal ‘sorun’ların, iktidarın yöntemlerine denk düştüğü dönemlere ise elbette ayrı bir dikkatle bakmak gerekiyor.

Çeşitli toplum katmanları arasındaki söylem analizlerinde, “yansıtma”ya benzeyen çok sayıda toplumsal mekanizma üzerine çalışma yapmak mümkün. Tarihin, bu söylemleri inceleyerek takip edilebileceği dahi iddia edilebilir. Fakat konuyu biraz daraltıp, toplumları yönetenler açısından bakınca, yansıtma gibi, bireysel bazda çok da bilinçli olmayan bilinç dışı bir savunma, fakat toplumsal açıdan gayet bilinçli şekilde tercih edilen yönlendirme mekanizmaları karşımıza çıkıyor. Süreklileştirilmiş bir düşmana bir karşı gücü elde tutacak bir propaganda tekniği olarak manipülasyon, özellikle barıştan ve bütünlükten uzak toplumların tahakküm altında kıvrandığı en baskıcı dönemlerde, korkmuş, kendi bütünlüğünü yeniden organize etmeye ve dolayısıyla haklı çıkmaya muhtaç durumdaki iktidarın can simidi olarak hep oralarda bir yerlerde, bazen de heryerde. Biz de tarihin bu döneminin bu ülkesine denk gelmiş vatandaşlar olarak, elbet öncesinde de ülkenin doğusundan batısına çokça maruz kalmakla birlikte, Gezi’den sonrasını da, Recep Tayyip Erdoğan’ın (danışmanları önderliğinde) baştan aşağıya bir manipülasyon çalışması olarak konumlanması şeklinde deneyimliyoruz.

Manipülasyonu da kısaca şöyle tanımlayalım; işimize yaramayan, bizi kötü durumda bırakacak –işimize gelmeyen- gerçeği;

1) Tamamen yoksayarak / reddederek kendi gerçekliğimize dair yeni kurguyu sık sık dillendirmeye başlayarak

2) Söylemsel olarak kabul etmiş bile olsak, herhangi bir zamandan sonra tam tersini söyleyerek

3) Kabul etmekle birlikte, ondaki payımızı/sorumluluğumuzu sıfırlayacak şekilde bir başkasına eleştiri olarak yansıtarak

çarpıtmak suretiyle, algıları etkilemeyi hedefleyen, ‘gerçek’ üzerinden çıkar sağlama çalışması. Bu çalışma o kadar sistematik bir yoğunlukta gerçekleştiriliyor ki, manipülasyon, durduğumuz noktaya göre, o kadar sık maruz kalmaktan gerçeğin kendisi olmuş gibi, ya da döndüğümüz her köşede kabak gibi bir görünürlükte, bize ışıl ışıl bir halde eşlik eden bir yol arkadaşımız gibi.

Bazen, bazı şeyleri araya biraz mesafe koyup, duygudan arınmış bir biçimde gözleyebilmek için tarihe yeniden ve yeniden not düşmek gerekir. Bugün o not düşmeyi; Erdoğan iktidarının gezi süreciyle giriştiği manipülasyon savaşına, alt alta koyarak bir daha bakmanın, sinirlenmek ve alışmak arasındaki duygusal tepki skalasında gidip gelmek dışında, bize işlevsel açıdan katabileceklerine kafa yormak gibi bir gaye ile, tekrar etmeye çalışıyorum.

  • Biz istiyorsak olacak zihniyetine sahip değiliz, ama biz istemiyorsak olmayacak zihniyeti kazanamayacak:

Temmuz ayında yapılan bu açıklamanın bir ay öncesinde, bir gün içinde bile defalarca “Biz kararımızı verdik, ne diyorsak o.” denmekte idi başbakan tarafından. Yan yana koyduğumuzda, kişinin burada kendi gerçeğini manipüle etmeye çalıştığını, bir ay önceki söyleminden doğan eleştirileri, kendisiyle alakası yokmuş gibi, sanal ‘düşman’a yönelterek bertaraf etmeye çalıştığını görebiliyoruz.

  • Halk kötü şartlarda yaşıyordu. Biz bunu düzelttik:

2 haziran. Erdoğan, sokaktaki insanın ‘halk’ olduğunu idrak etmeye ve muhtemelen gerçekten korkmaya başladığı saatlerde, ‘kendi halkı’yla, sokaktaki halkı ayırmaya da başladığını bu konuşmada ilan ediyor. Ve gerçeği tamamen reddederek kendi gerçekliği üzerinden süreci manipüle etme çalışmalarının başlangıcına şahit oluyoruz. Öyle ki, sürecin devamındaki kutuplaştırmanın tamamen bu ‘iki halk’ üzerinden devam ettiğini gözleyeceğiz.

  •  Biz asla %50’nin partisi değiliz, biz 76 milyonun partisiyiz:

Haziranın sonunda yapılan bir açıklama. Haziran başından itibaren ‘3-5 tane çapulcuya soracak değiliz, birkaç çapulcu eylem yapıyor diye yapacaklarımızdan vazgeçecek değiliz.’ söylemlerini düşündüğümüzde, yine Erdoğan’ın ilk çıkışlarının getirdiği tepkilerden, onları tamamen yoksayarak sıyrılmaya çalışmasını gözlüyoruz. Bu ayların da devamında ‘Bunlaaar..’ la başlayan öfke patlamaları, ‘Beyni felçliler, kemirgenler’ söylemleri ile, ‘Biz halkımızın her şeyiyiz’ söylemleri birbirini izlediğinde ortaya çıkan sonuç ise, git gide, başbakanın söylemlerindeki ‘halk’ ve ‘biz’in tamamen yüzde elliye yönelik olarak ifade edildiği, kalanının chp zihniyeti, darbeciler, esedciler ve çapulcular olarak birleştirilerek ötekileştirildiği oluyor.

  • Bana diktatör diyorlar ben sadece halkına hizmet eden birisiyim:

2 haziranda edilmiş bu cümlenin 1 gün öncesinde, başbakan şunu söylüyordu: ‘Sosyal medyada ithamlar, yalan haberler yapanlar.. sallandıracaksın o ağaçlarda. O tvitlere sahip çıkan faşistleri de görüyoruz.’ Burada yine kendini yalanlayarak, 1 gün önce söylediği şeyi reddetmek suretiyle, daha sonradan oldukça tekrarlayacağı ‘hizmetkar’ söylemine sarıldığı ve bir yandan kutuplaştırmayı icra ederken bir yandan ‘kendi halkı’na yaptığı hizmetler üzerinden eleştirildiği diktatörlüğü nötrlemeye çalıştığını görüyoruz.

  • Zalimler üzerlerindeki kan lekesini silemezler, her zaman kaybetmeye mahkumdur:

Bu cümle 31 mayısta, insanlar yavaş yaş sokağa çıktığı saatlerde yapılan konuşmanın içerisinde geçti. Erdoğan, 28 mayıstan itibaren gece insanların çadırlarının yakılması, durduk yere sıkılan biber gazları, polisin bir şekilde legalleşmiş açıkhava işkencesine dönen müdahaleleri için, zulmetmekle suçlanmaya başlamıştı. Erdoğan burada da, bu eleştirileri kendisine gelen bir eleştiriyi cevaplar gibi ele almıyor, başkasına ifade ettiği bir eleştiri gibi yansıtıyor.

  •  Çoğunluğun oyunu alarak iktidara gelen hükümetin dilediğini yapabileceğini asla iddia etmiyorum:

1 haziran. 1 gün önce ‘Biz kararımızı verdik, biz ne diyorsak o’ denmiş. Tek günlük kendi inkarlar ‘asla’ boyutunda yalanlamalarla kol kola.

  •  Bazı medya kuruluşları satın alınmış, kışkırtıcı yayın yapıyor:

2 haziran. Bir çok kanalda sokakta olanlara dair hiçbir şey yok, daha günlerce de olmayacak. Cnnturk’de uzunca bir sürecek penguen belgeseli var. Sokakta insanlar ‘Bunları nasıl göstermezler? İşbirlikçiler! Diktatör!’ kıvamında inlerken, Erdoğan yine düşman medyaya eleştiri yöneltmekte.

  •  Güçlü bir demokrasi zemininde ilerliyoruz:

2 haziran. Sokaktan gelen demokrasi talebine dair gerçeği tamamen reddediyor ve yenisini inşa etmeye çalışıyor. Bunu sık sık tekrar edecek. Buradan ‘sandık’ vurgusu ve Mısır darbecileri üzerinden kendini aklama seansları başlayacak.

  •  Bu ülkede herkesin görüşünü özgürce ifade etme hakkı vardır:

3 haziran. Sokaktaki insanları ve niyetlerini ve onlara yapılan muamemeleyi tamamen yoksayıyor ve sanal gerçekliğini işlemeye devam ediyor.

  • Üç beş marjinal çocuk eylem yapıyor, biz polise diyoruz ki aman hukuk dairesinde kal:

3 haziran. Hali hazırda polis hukuk dairesinde kalmadığı için ayaklanma haline gelmiş olayların tamamen reddine dayanan bir sebep-sonuç manipülasyonu.

  •  Polisimize şiddet sona ersin:

3 haziran. Halktan gelen polis şiddeti tepkisi sadece bir eleştiri değil, adalete dair bir talep. Erdoğan’ın burada yoksaydığı gerçek, doğrudan adaletsizliği getirecek bir yolun başlangıcı. Talebi de eylemcilere yönlendiriyor. Burada gerçeğin tam aksinin iddiasıyla, yansıtmanın, yalanla buluştuğu görkemli bir durum var.

  • Tunus’ta, Mısır’da Libya’da meşru taleplerini dile getiren halkların yanında durduk. Esed rejiminin zulmüne başkaldıran Suriye halkının yanında durduk:

Meşru taleplerini dile getiren halka kulak vermemekle ilgili yöneltilen eleştiriye karşılık kendi halkınının gerçekliğini, öteki halklara karşı bakış açısını öne sürerek reddediyor.

  • Ben dört dörtlük aleviyim:

Onlarca insan hala sokakta, öldürülen çocukların tamamı Alevi, Alevi mahallelerinde, Antakya’da her gün eylem oluyorken, devletin Aleviler üzerine olan tutumunun faşistliği yeniden ve sık sık dile getiriliyorken, Bekir Bozdağ Hacıbektaş veli anmasında şov yapmaya kalkınca yuhalandıktan sonra, Ahmet Atakan ölmeden önce söylendi.

  • Özgürlükler bu ülkeye bizimle geldi. Özgürlüklerin önünü kapatmışlardı, biz açtık. Şu anda yazar çizerlerden kaç tane var, cezaevinde? Parmak sayılarını geçmez:

Diktatörlük eleştirileri ve özgürlük talebinin karşısında total redle açtığı alandan çeşitli salvolara devam.

  •  Artık gençlerin öldürülmediği, anaların ve babaların ağlamadığı, geleceğe umut ve güvenle baktığımız ülkeye doğru emin adımlarla yürüyoruz:

Ali İsmail Korkmaz’ın cenazesinin olduğu günün akşamı söylendi.

  • CHP’nin malum medyası aylardır her türlü yasayı, her türlü basın ilkesini, basın ahlakını ayaklar atına alarak isyan, kalkışma, savaş çığırtkanlığı yapıyorlar. Ondan sonra da çıkıpTürkiye’de özgürlük yok, Türkiye’de diktatörlük’ var diye sağda solda ağlayıp duruyorlar:

Tvler sokaklarda insanlar ölürken penguenleri veriyor. Haber vermek zorunda kalanlar sürekli bir müdahale etmeyen polisten, olmayan biber gazından, polise şiddet uygalayan eylemcilerden bahsediyorlar. Batan kanallar yandaşlara satılıyor. Aylar boyu gazeteler aynı manşetlerle, aynı haber metinleriyle çıkıyor. ‘Demokratik taleplere can feda’, ‘Bir Musa çıkar, hesabını sorar’, ‘Vurmaya hazırız’ gibi manşetler 7’şer, 9’ar gazete tarafından aynı gün aynı biçimde sunuluyor. Darbe dönemine denk bir basın tekelciliği mevcut. Başbakan’ın medya hakkındaki ‘görüşü’ ise yukarıdaki paragraf: Sıkıntı ‘Chp medyası’nda.

  • O günün bazı yazılı medya gruplarının gazete başlıklarına baktım geçenlerde, araştırdım. Attıkları manşetlere baktım, köşe yazılarını okudum, inanır mısınız, tıpa tıp aynı. Sanki bugün o başlıkları atanlar, o arşivleri açmışlar, o günkü başlıkları almışlar, aynen bu gün yine o başlıkları atmışlar. 12 Eylül’ün o hazırlık dönemine bakın, bu günlerde o yaşananların yaşandığını, aynı manşetlerin atıldığını, aynı açıklamaların yapıldığını göreceksiniz:

https://pbs.twimg.com/media/BT6l07EIIAAgzMa.jpg

https://pbs.twimg.com/media/BT6m2NuCQAAoguT.jpg

ülkede olan biten her şey, iktidar uygulamalarıyla, darbe döneminin alenen bir yeniden canlandırması haline gelmişken, buna dair ses çıkartan herkes tutuklanmaya, sindirilmeye çalışıyorken, başbakan bu çerçevede gelen eleştirilere, ’12 eylül medyası da böyleydi’ diyerek cevap veriyor.

  •  Polisimize şiddet uygularken öldüler:

Bunun yansıtma, manispülasyon vs ile tek bir alakası var, amacının algıyı çarpıtmak olması. Fakat yöntemsel olarak doğrudan yalan tercih edilmiş.

  •  Ekolojik dengenin korunması için alabalık yavrularını dereye bırakıyoruz:

Hem sit alanı hem milli park olmasına rağmen 8 adet hes projesine onay verdiği Fırtına Vadisi’ne gittiğinde söylüyor.

  •  (Eskiden) Gösteri yapmanın, basın açıklamasının, yürüyüş yapmanın neredeyse imkansız olduğu, çok sert karşılıklar bulduğu bir Türkiye’de, bugün şiddete başvurmadığı sürece vatandaşların haklarını kullanmaları bu ülkede mümkündür:

Beşiktaş İskelesi’nin özelleştirmesine karşı çay içmeli protesto eylemi düzenleniyor. İnsanlar kalkanlarla itiliyor, polis ablukasına alınıyor ve gözaltılar oluyor. Başbakan bu cümleyi o akşam söylüyor.

  •  Allah aşkınıza hangimizin ve ya hanginizin yaşam tarzına bu hükümet müdahale etmiştir. Varsa böyle bir müdahale lütfen bunu bana, il başkanlarıma iletin. Hukuk içinde,özgürlüklere sınırsız saygımız var:

Kadıköy’de polisin durduk yere yolda yürüyenlerin çantasına baktığı, çantasından çıkan kitapların yazarlarını googledan arattığı, beğenmedikleri şeyler çıkanları sebep göstermeden gözaltına aldığı gün söyleniyor.

  •  Artık meydanlarda mafyalara, çetelere yer yok:

Hasan Ferit çeteler tarafından vurulduğu gün söyleniyor. Ertesi gün Emine Demirel çalıştığı atölyede çeteler tarafından vuruluyor.

  •  Devlet yaşam tarzı dayatmaz, devlet inanç dayatmaz:

Akp’li Metiner’in ‘Cemevleri terör yuvasıdır’ dediği, Gözde Kansu’nun kıyafeti sebebiyle işten atıldığı gün söyleniyor.

  •  Yasaklarla, baskılarla Cumhuriyet yüceltilmez:

Grup yorum konserinin iptal olduğu, basın açıklamasına polis saldırdığı gün söyleniyor.

Aşağıda sıralananlar ise Mursi devrildikten sonra Mısır için söyledikleri. Oradaki darbeden burada mağdur olmayı başaran Başbakan, kendi zalimliğini tamamen Mısır’ın zalimlerine yansıtarak, aylar boyu beslediği sanal gerçeklik inşasına dev tuğlalar koyuyor. Bu cümlelerin tamamı, Gezi sürecinde kendisi için söylenmiş binlerce cümlenin içinden rastgele alınmış gibi:

  • Mısır’da sadece demokrasi değil insanlık hedef alınmıştır. Mısır’da demokrasiye ölümcül bir darbe vurulmuş ardından insanlık can çekişmeye başlamıştır.
  • Elindeki silah gücüne güvenen demokrasi inşa edemez, arkasındaki güçlere güvenip sesini çok çıkaran demokrasi inşa edemez.
  • Tutuklaya tutuklaya bitiremezsiniz. Çünkü sizin cezaevleriniz, bunları toparlayıp oraya tıkmaya yetmez.
  • Tek bir Mısır vatandaşının kılına zarar gelirse biz bundan üzüntü duyarız.
  • Fok balıklarını gösteren medya Mısır’ı neden göstermiyor?
  • Mısırda devlet terörü vardır ve izinden gidenler cezasını bulacaktır.
  • Mısırda ölenlerin hesabını kim verecek?
  • Bir ülkenin ordusunu, askerlerini, polisini, ağır silahlarını kendi halkına çevirmesi, meydanlarda adaleti beklemekten başka hiçbir şey yapmayan kendi halkını katletmesi görmezden gelinemez.
  • Bundan sonra hangi yüzle demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerin bahsedeceksiniz?
  • Zulme rıza zulümdür. Kimden gelirse gelsin. Eğer siz zulmü alkışlıyorsanız siz de zalim olursunuz.
  • Netice insanın ölümüyse, onun ölümüne neden ne olursa olsun insanlık olarak bunu karşısında dikilmek zorundayız.

Her iktidarın kendi beceriksizliğini, zalimliğini ve korkusunu örtmek için başvurduğu, bizimse sadece son dönemine şöyle bir göz gezdirdiğimiz ‘manipülasyon’, halkın gerçeği deneyimleyen ya da onunla doğrudan ilgilisi olan kısmını aptal yerine koymadan uygulanma şansı olmayan, bıçak sırtı bir yöntemdir. Buna artık iktidarınızın geleceği bu yöntemin başarısına bağlı olacak kadar yoğun biçimde başvurmanız, halkın bu kısmını gözden tamamen çıkardığınızın ve gerçeği kendi yararınıza yeterince kırpmayı becerir ve sanal gerçeklikten gelme ihtimali olan kandırılmış desteği yeniden sırtlayabilirseniz, gözden çıkarttıklarınızı çok daha yoğun biçimde yok saymaya ve yok etmeye çalışacağınızın işaretidir. Eh bunca ölümün, bunca baskının, tutuklamanın ülkesinde, bunun pek de ‘gerçek’çi olmadığını söyleyemeyiz sanıyorum.

Bir iki saatlik bir taramayla alt alta getirilebilen nokta atışı cümlelerden, daha çok var. Bugün karşımıza artık neredeyse bir resmi devlet politikası halinde çıkan ‘manipülasyon’u tarihin de o kadar çok yaprağında görebiliriz ki, ‘Diktatörlüğün Psikolojisi’ diye başbakan eşlerine hediye edilen kitaplar aracılığıyla belki de aralarından sadece en başarıları bugünlere ulaşabiliyor. Herhalde, Yahudilere yapılan baskıların, yabancı kamuoyunda yoğun olarak yer aldığı bir dönemde, Alman basınının, Goebbels’in başlattığı bir kampanya ile İngiltere’nin İrlandalı Katoliklere yaptığı zulümleri gündem konusu olarak işlemesi, bize hiç de yabancı gelmemekle birlikte, bu başlık altında ‘başarılı’ olarak bugünlere kadar gelen bir manipülasyon destanıdır. İçimizi ferah tutan ise, can çekişen güç gösterilerinin uzun ya da kısa dönemli yöntemleri işe yarasa da, yine dönüp baktığımızda, aynı tarihin, ‘başarılı’, ‘destan’ denilebilecek en kritik ve en görkemli diktatör hamlelerinin bile, en güçlü ve sonsuz gözüken iktidarları yokolmaktan kurtaramadığını da yazması. Hem de iktidarı sürdürebilmek için baskı, çarpıtma ve yalana, ne kadar acınası sıklıkta başvurmaya başladıysanız, sonun da o kadar hızlı geldiği şeklinde.

Ezcümle; iktidar yalan söyler, tarih söylemez. Ve tarih, o kaçınılmaz yokoluşu, yine yazacak, yine yazacak.

16 Ekim 2013
Kaynak: jjyan.org