habersoL: soL’un Yuvarlak Masa’sında bu hafta “Taraftarların direnişi, direnişin taraftarları”

soL Gazetesi’nin mutfağında bu hafta taraftarlar vardı. Asaf Güven Aksel, Cenk Alaçam ve Emre Deveci Gezi Direnişi ve taraftar grupları konusunu ele aldılar.

sol

soL editörleri Asaf Güven Aksel, Cenk Alaçam ve Emre Deveci, taraftar gruplarının Gezi direnişine kitlesel katılımın nedenleri ve direnişin bu sezon statlara yansımasının nasıl olabileceği üzerine konuştu. Siyaset ve sermaye gruplarının spora müdahalesini tartışılırken, “Siyasete izin vermeyiz” tehditlerinin anlamı değerlendirildi.

Emre Deveci: Son olarak Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, “Gezi ruhu”nun stadyumlara taşınmaması için taraftar grupları ve kulüp yönetimlerine ağır tehditlerde bulundu. Yaptığı açıklamaları okuduğumuzda, bu tehditlerin altında çok ciddi bir korku olduğunu açıkça görüyoruz. Bu tehdit ve korkunun kendisine gelmeden önce, taraftar gruplarının Gezi Direnişi’ne kendi kimlikleriyle kitlesel katılımının nedenleri üzerine konuşalım isterseniz.

Asaf Güven Aksel: Taraftarlık kavramından girecek olursak, bildiğiniz gibi Türkiye’de bazı il takımlarının hemşehrilikten gelen takım tutmalarının dışında, hatta bunu da aşan boyutta, üç büyük İstanbul takımından birine gönül verme yönü var ağırlıklı olarak. Gençlerbirliği, Adana Demirspor gibi, “ikincil planda” sempati duyulan takımlar olmasının değiştiremediği bir olgu bu. Buradan baktığınızda, her ne kadar tuttuğu takımı rasyonelize etme çabalarıyla birtakım sosyolojik anlamlar yükleme çabası varsa da, bunlar pek geçerli değil. Sınıf, kimlik, inanç, ideoloji gibi ayrım noktalarında geçerli olmayan bir taraftarlık.

Haziran direnişine katılanların tamamına yakını, aynı zamanda bir takım taraftarıydı zaten. Ama, yaşamlarında bu kimlikleri baskın olmadığından, bir tür “pasif taraftar” olarak tanımlayıp, üzerinde durmayabiliriz. Taraftar grupları olarak katılanlarda baskın unsur, tuttukları takımın “aktif” destekçisi olmalarıydı. Kendi takımının yanında, rakip takımın karşısında. Bu, tribünlerde taraftarlar olarak da karşı karşıya gelmeleri demekti. İşte Haziran, bu illüzyonu kırdı. O taraftarlar da, gündelik hayatta, rakip taraftarlarla aynı sıkıntıları çekiyor, aynı baskılardan etkileniyorlardı. Bu zamana kadar karşıdakine kayıtsızlık hatta nefret boyutuna varan yapay ayrım ortadan kalktı. Taraftar grupları olarak katılımları, yani, formalarını çıkarıp gelmemeleri, kimliklerinin ayrılmaz bir parçası olarak takımlarını da vurgulayarak katılmaları, müthiş bir bilinç sıçramasını gösteriyor aslında. Taraftarlığım ayrı, insanlığım ayrı da diyebilirlerdi, ama bu, formamı giydiğimde yine rakip olurum anlamına da gelebilirdi. Buna izin vermediler. Ben takım olarak rakibim, şu takımın destekçisiyim, ama bu insan olarak hayatta tuttuğum yeri değiştiremez mesajı verdiler. Çarşı’dan başlayarak diğer takımlara da sirayet eden örgütlü hareket yetenekleriyle de, formasını birinci planda tutanları da yanlarına çekecek mesajlarıyla, taraftar grupları, direnişin özgün güçlerinden biri oldu. Taraftarlıktaki ayrışma, bu ülkenin yurttaşı olma paydasında buluşmayla ikinci plana itildi ama ayrı takımların yan yana görülmesiyle, toplamda çok daha büyük bir sinerji meydana getirdi. Bu da, onlara “işi gücü futbol” denilerek biraz küçümsemeyle yaklaşanlara da bir yanıttı aslında. Sapla samanı ayırmayı öğrettiler burnu büyüklere…

Cenk Alaçam: Taraftar gruplarının bu kadar kitlesel katılmasının nedeni iki kelimeyle özetlenebilir sanırım; Polis şiddeti. Yıllardır, tribünlerde biber gazı ve polis şiddetiyle karşı karşıya olan taraftarlar, Gezi’de sabahlayan insanlara uygulanan şiddeti görünce patlama noktasına geldiler. Alt liglerde yıllardır polis copu gölgesinde oynanan maçlar, herkesin malumu. Ancak göz önünde olan Süper Lig’de, özellikle 3 Temmuz süreciyle birlikte polis şiddeti kendisini göstermeye başladı. Fenerbahçe taraftarları 10 bin kişinin üstünde bir kitleyle 10 Temmuz 2011’de Boğaz Köprüsü’ne yürüdü. Sarı lacivertlilerin kitlesel olarak biber gazıyla tanışması da böyle gerçekleşmiş oldu. Bebek arabalarıyla, küçük çocuklarıyla yürüyüşe katılan Fenerbahçelilere Uzunçayır’da polis saldırdı. Polis telsizlerindense korkunun kelimelere dökülüşü duyuluyordu: “Gerekirse mermi kullanın”. Hepimizin hatırladığı 12 Mayıs 2012 ise bu sürecin tuzu biberi olmuştu. Geçtiğimiz sezon ise Beşiktaş taraftarı neredeyse içeride oynanan iki maçtan birinde polis müdahalesine maruz kaldı. Galatasaray taraftarı da hem basketbol karşılaşmalarında hem de Gaziantep’te oynanan maçta polis şiddetine maruz kaldı.

Bunun yanında, uygulamaya konulan 6222 sayılı kanun ve meşale yakmak ve alkollü maç izlemekten verilen cezalar etken oldu. Bu noktada bir arkadaşımın durumunu anlatmam gerekiyor. Kendisi siyasetle hiç ilgilenmemişti. Haziran Direnişi öncesinde kendisine 6222’den işlem yapıldı ve maçlara bir sene girmesi yasaklandı. Nedeni ise küfür etmesi. Ancak kendisinin küfür ettiğini doğrulayabilecek memur, yani işlem yapan memur, kendisinin oturduğu tribünde görevli değildi. Maçtan önce alkol aldıkları için girişte polislerle tartıştıkları için kendisinin kurban seçildiğini düşünüyor. Bu nedenle de direnişe katıldığını söyledi. 6222 ile birlikte AKP’nin yaratmak istediği taraftar profiline uymayan herkesi keyfi uygulamalarla yıldırabilecekler. Taraftarlar da bunu görebiliyor.
Taraftarın her geçen gün daha fazla müşteri olarak görülmesi de önemli bir etken oluşan tepkide.

E.D.: Hükümet sözcülerinin en fazla dillendirdiği argüman “Tribüne siyaset karışmasın” şeklinde. Aslında sporun ve özellikle de futbolun düzen siyasetiyle ve sermaye gruplarıyla ilişkisi ayan beyan ortada. AKP döneminde, bu alanda nasıl gelişmeler olduğu üzerinde duralım biraz. Tribünleri aslında kim siyasallaştırdı?

A.G.A.: Tribünler ve spor sahaları her zaman siyasal girdileri çıktıları olan alanlardı tarih boyu. Ama işte demin söylediğim portre olarak algılanan, yani, takımının başarısından, rakibi yenmekten başka şeyle ilgilenmediği düşünülen ve uzun süre de üzerlerinde oynanan politik oyunlara yeterli duyarlılıkta yaklaşmayan kesimler olarak, taraftarlar, kolayca manipüle edilen kitle olarak görüldüler. Kulüp yönetimleriyle, onların iş alanlarıyla, siyasal iktidarlar arasındaki bağlantı ve girift ilişkiler, takımlarının çıkarlarını gözettikleri noktalarda, kendileri aleyhine ama siyasal iktidar lehine davranmaya itti onları. Keza, örneğin cemaatler eliyle kurulan ve hızla yayılıp büyüyen taraftar grupları, tribünlerde etkili oldu. Zaten rekabet üzerinden birbirine karşı kışkırtılmaya müsait bir zeminde, milliyetçilikten gericiliğe, alttan alta kirletildiler. Siyasal iktidar, hangi takım taraftarı olursa olsun, kendisinin taraftarı olabilecek bir kitle olarak baktı. Bunun olmadığı noktalarda da, birbirleriyle rekabete düşen apolitik kitleler yarattığı bir şey olarak baktı spora.

Kendi istedikleri doğrultuda, örtülü olarak, kimi zaman da açıktan, kimi zaman stat verip, kimi zaman vergi borcu silip şirinlikler de yaparak siyasallaştırdıkları tribünler, şimdi ters bir yönde siyasal bilincini ortaya koymaya başladı. “Tribünler siyaset yapmasın” demek, bizim istediğimiz gibi, eskisi gibi sürsün durum demek siyasetidir. Muhalefet olmasın diyorlar. Tekbir getirince, Erdoğan’a “adam gibi adam” denilince siyaset olmuyor da, hükümet istifa deyince siyaset oluyor.
Hep siyasaldı, şimdi de siyasaldır spor. Sadece, sporun en önemli öğesi, “seyirci”, artık oyuna girmiş, iktidara karşı siyaset yapmaya başlamıştır. Telaşları, korkuları bundandır.

C.A.: Tribünler her zaman için siyasetin içindeydi. Nasıl yıllar önce Fenerbahçe tribünlerinde Mesut Yılmaz’a tepki vardıysa, Ecevit istifaya davet edildiyse, şimdi de AKP için aynı şey söz konusu. Örneğin Fenerbahçe tribünlerinde açılan “Adam gibi adam Recep Tayyip Erdoğan” veya “Türkiye’ye yakışan Fenerli başbakan” pankartları tribünlerin ne kadar siyasetin içinde olduğunun göstergesi. Tribünlerde egemen olan gruplardan Genç Fenerbahçeliler ve UltrAslan’ın da siyasetle nasıl ilişkileri olduğu malum. O nedenle şu anda dile getirilen “tribünde siyaset istemiyoruz” görüşü tamamen Haziran Direnişi’nin getirdiği korkudur. Özellikle amatör sporlarda, federasyon başkanları ve yönetimleri, devlet kurumlarına memur atanırmış gibi AKP tarafından atanıyor. Futbolda ise 3 Temmuz ile bir müdahale başladı ve o dakikadan sonra “siyaset istemiyoruz” düşüncesi tamamen geçersiz kaldı. Temiz futbol adı altında boğazına kadar kirletildi futbol. Trabzonspor, Bursaspor, Kasımpaşaspor, Orduspor, Rizespor… Hepsi birer proje takımı haline getirildi ve hükümet tarafından desteklendi. Trabzonspor’a örtülü ödenekten aktarılan milyon dolarlar, geçtiğimiz hafta Sadri Şener tarafından itiraf edildi. Wikileaks’te çıkmıştı bu. Böyle bir ortamda temiz futboldan bahsetmek mümkün müdür?

‘Futbol afyon özelliğini kaybediyor’

E.D.: Ligler başlamak üzere. Açık tehditler ve bu tehditlere eşlik eden yasal mevzuat hazırlıkları var. Yaz aylarında oynanan hazırlık ve Avrupa kupası maçlarında gördüğümüz, bu tehditlerin ters teptiği yönünde. Belli ki hükümet, yargı ve polis silahını kullanacak. Muhtemelen, kendilerine yakın grupları kullanacaklar. Nasıl bir lig bizi bekliyor?

A.G.A.: Evet, tribünlerde hâlâ hâkim olan eğilim, iktidarın kendisine bağladığı, “siyasallaştırdığı” kesim. Bunların tribünlerde yükselen muhalif siyaseti bastırmakta kullanılacağı açık. Polisiye tedbirler, yıldırmalar, baskınlar, gözaltılar, engeller zaten beklenen bir şey. Kulüp yönetimleri de kendileriyle işbirliğine ya hazır ya zorlanacaklar.

Ama hep söylenip, ilk kez Haziran’dan bu yana somut gerçeğe dönen şey var ya, hani hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, işte bu noktadayız bir taraftan da. Salazar’ın 3F formülünden, sporun kitlelerin afyonu olmasına bir dizi içinde gerçek barındıran şey, artık sarsılıyor. Kıraathaneler, meyhaneler, nasıl ki zaman içinde boş vakit geçirme yerine dönüşüp, halkın politika konuştuğu yerler olmaktan çıkarılmıştı, ama gene de o korku iktidarların içinde kalmıştı, şimdi tribünler bu süreci tersine çeviriyor.

Geniş bir çoğunluk yine takımının “rakibe nasıl geçireceği”ni görmeye gidecekse de, artık azımsanmayacak bir kesim de, bir politik eylem ve buluşma alanı olarak gidecek statlara. Önemli olan ve yükselecek eğilim de budur.

İktidarın işi çok zor artık. Bir manşette, “AKP bu maçı yönetemez” demiştik, doğrudur.

Takım rekabetinin tribünlere yansıması, kimi zaman bu yönü gölgede bırakacak boyuta varabilir, futbolun bir gerçeği bu. Ama, artık yine tribünlerde, buna izin vermemek için uğraşacak bilinçli bir kesim var ve onlara güvenmek lazım. Sosyalistler açısından da, artık futbol sahalarını burjuvazinin kapalı av alanı ve tribünleri iflah olmaz oyuncaklar olarak görmekten kurtulmak, siyasal bir çalışma alanı olarak görmek gereği doğuyor.

Diğer yandan, endüstriyel futbol çağında, tek tek bireylerin, futbolcu, yönetici ya da teknik direktör, muhalif kimlikli olmasının fazla bir şey ifade etmeyeceğini de göreceğiz. Kazanma arzusu, diğer erdemlerin üzerine çıkabilecek. Burada da bir umut var, şaşırtıcı gibi gelecekse de. O muhalif kimlik de, o kimliğe gönül verenler de, anlayacaklar ki, “tarihte bir yaprak” olarak kalıp gidecek erdemli tavır ve sözlerin, bütün spora egemen olabilmesi ve ayrıksı örnek olmaktan çıkması, bir sistem meselesidir. Futbol, kollektif bir sporun sahaya yansımasının ötesinde, parasıyla, hırsıyla, kazanma tutkusuyla hemhal olunan bir kapitalist sistemde, “arsada değil borsada” kaldıkça, tribünler, o gönül verdikleri futbolu da kirlerinden arındırmak için siyasal mücadeleye girmelidir…

Yani sadece diktatörlükten değil, aynı zamanda parayla ve hırsla kirlenmiş futboldan kurtulmak için de umut tribünlerde…

12 Ağustos 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız;haber.sol.org.tr