habersoL: Şengül ‘Toplumsal tabanı dikkate alan bir sentez mümkün’

SoL Bakış ekibi ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Tarık Şengül ile siyaset ve kentsel dinamikler ilişkisini Gezi Parkı üzerinden konuştu.

tarık-şengül

Daha önce “Bir+Bir” isimli dergi ile yaptığınız söyleşide “önümüzdeki dönem toplumcu bir siyasal proje Türkiye’nin gündemine gelecekse bu siyasi partilerin, hareketlerin ya da aydınların kafasından olduğu kadar, kent mekanına yönelik proje ve mücadelelerden çıkacak” diyorsunuz. Gezi Parkı olaylarında bu argüman sınanmış gözüküyor. Kent mekânının siyaset açısından önemine yaptığınız bu vurgunun kaynağında ne var?
Toplumsal yaşamın kıskaç altına alındığı bir dönemdeyiz. Bu baskıcı müdahaleler giderek artan biçimde günlük yaşamımızı hedeflerken kent mekânı bu pratiklerin uygulama alanı olarak öne çıkıyor. Bir yanda piyasa mantığı ve para, diğer yanda devlet iktidarının olanaklarını kullanan siyasal otorite kol kola kent mekânını ele geçirip, sömürgeleştiriyor.

Eğer geçmişte kapitalizmin yarattığı çelişkiler ve bundan doğan mücadelenin sembolik mekânı fabrika olduysa, bugün bu mekan kentin bizatihi kendisi. Bir anlamda canavar/cin şişeden kaçtı ve giderek artan bir biçimde artık her yerde. Kapitalizmin yarattığı çelişkilerin toplumsal yaşamın her alanına yayılışı bir yandan günlük yaşam, diğer yandan da kent mekanı etrafındaki çelişkileri son derece derinleştirdi.

Öte yandan bu sürecin merkezinde yer alan devletin de, kendi özgün dinamiklerinin de etkisiyle günlük yaşamı ve kent mekanını düzenleme konusunda daha saldırgan bir tutum takınıyor. Türkiye’nin özgün koşulları içinde AKP iktidarı günlük yaşamı ve kent mekanını kendi ideolojik/siyasi/kültürel değerleri çerçevesinde saldırgan biçimde kodlamaya yöneldi. Bütün diğer yaşam biçimlerini kendi dünyasına uymaya zorluyor.

Bu iki dinamik yer yer traji-komik görüntüler de yaratarak (Tarihi camileri gölgeleyen gökdelenler ya da Topçu Kışlası’nın aslında AVM olması örneklerinde olduğu gibi) kent mekanını şekillendirirken, çok yaygın ve giderek derinleşen çelişki alanları yaratıyor.

Kentleşmenin siyasetini konuşmak yanında siyasetin kentleşmesini konuşmayı vurguluyorsunuz. Siyasetin kentleşmesi tam olarak ne anlama geliyor?
Bir yandan kent mekanına yönelik sınır tanımayan metalaştırma diğer yanda iktidarın bu süreçle de yer yer kesişen günlük yaşam ve kamusal mekanı kendi değerlerine boyun eğdirme baskısı, kentin her metrekaresinden yükselen çelişkilerin mekanı haline getirildi. Ancak hiçbir sorun, bir sorun olarak tanımlanmadığı zaman siyasallaşıp gündeme gelmez. Bu noktada bu çelişkileri, baskıları, ezilme biçimlerini bir büyük resmin içinde siyasal alana taşıyacak bir siyaset anlayışı ve stratejisine ihtiyaç var. Sol siyasetin bu büyük potansiyeli yeterli biçimde idrak edip, böylesi bir stratejiyi geliştirebildiğini söylemek mümkün görünmüyor. İşte tam da bu durum siyasetin kentleşmemesi ya da mekansallaşmaması anlamına geliyor.

İktidar açısından baktığımızdaysa tersi bir durum var. Geçtiğimiz genel seçimlerde AKP’nin seçim manifestosu bir genel seçimden çok yerel seçim manifestosu gibiydi. İstanbul’u merkeze alan büyük ölçekli projeler etrafında bir seçim stratejisi uyguladılar. Muhalefet cephesinde ne bu stratejiyi boşa çıkaracak negatif bir strateji ne de kentleri merkeze alan toplumcu projeler öneren pozitif bir strateji geliştirilebildi. Kentsel dönüşüm, yenileme, rant amaçlı imar planı değişiklikleri, tarihi dokunun tahribi konusunda başta CHP olmak üzere kurumsallaşmış siyasal alanda bütünlüklü bir yaklaşımın olmadığını görüyoruz.

Taksim/Gezi Parkı etrafında gelişen tepki, büyük ölçüde kurumsal siyasal yapının dışından geldi ve kent mekânındaki bu çelişkilerin siyasallaştırmaya ne derece açık olduğunu çarpıcı biçimde gösterdi. Oysa nereye dönseniz bu türden çelişki alanları var. Ancak bu tür çelişkiler tabiri caizse toplumsal alanda hammadde gibidir, onları siyasal alana taşıyıp akıllıca işlediğiniz zaman soruna dönüşürler. İşte tam da bu noktada solun bu değişimi iyi kavradığı kanaatinde değilim.

“Kent meydanlarını bir gün gerçekten yaşam alanlarımıza sahip çıkmak için doldurduğumuzda, o gün ütopyanın da başlangıcıdır” diyorsunuz. Bunu biraz açmanız mümkün mü?
Sol bir toplum/kent projesinin üç boyutlu bir stratejiye ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Birincisi, içinde yaşadığımız dönemin kapitalizmini ve mekânsallığını iyi anlamak, analiz etmek zorundayız. Bu hem olanak hem de tehditlerin anlaşılması açısından önemli. Böyle bir analiz bize yeni çelişki alanları kadar yeni mücadele stratejileri ve araçlarını da tanımlamakta yardımcı olacaktır. İkincisi bu yeni durum ile geçmişten getirdiğimiz birikim, yatkınlıklar ve kurumlar arasında nasıl bir eklemlenmenin sağlanabileceği konusunda kafa yormamız gerekiyor. Geçmiş birikimlerden neleri geride bırakıp, neleri önümüzdeki döneme taşıyacağımız konusunda tercihler yapmak durumunda olacağımız bir değerlendirmeden söz ediyorum. Üçüncü olarak geleceğe yönelik ütopik/deneysel bir arayış çizgisine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu hem mevcut yatkınlıklarımıza hem de içinde yaşadığımız vahşi gerçekliğe kısa devre yaptıran, dışına çıkıp düşünebilen bir arayışa işaret etmektedir.

Geçmiş-mevcut ve gelecek (zaman ve mekanlar) referanslı bu tür bir sentez etrafında hem siyasal mücadelenin hem de alternatif bir toplum/kent projesinin mümkün olduğunu düşünüyorum. Ancak bu sorunun yanıtı ve sözünü ettiğim sentez sadece akademik alanda yapılacak kuramsal çalışmalarla değil siyasal mücadele alanındaki mücadele ve deneyimlerle mümkün olacaktır. İstanbul ve diğer kentlerde gençlerin başını çektiği başkaldırı çarpıcı görüntüler ve deneyimler yarattı. İşgal ettikleri meydanları, parkları, caddeleri savunmak için bir yandan polisle çatışırken, bir yandan da buralarda çöpleri toplayarak yaşadıkları mekanı ne derece önemsediklerini vurguluyorlardı. Gezi Parkı’nda, Kuğulu Park’ta kurulan çadırlar etrafında bugünün para temelli ilişkilerinin yerine imece ve dayanışmayı koyan bu anlayış, yemekhaneleri, kütüphaneleri ile alternatif bir yaşamın mümkün olduğunu söylüyordu. İşte tam da bu anlamda ütopyanın başlangıcı. Ancak sadece bir başlangıç olduğunun altını çizmek gerekiyor. Ne yönde evrileceğini henüz göremediğimiz bir başlangıç.

Gezi Parkı eylemlilikleri sizin uzun zamandan beri bir gereksinim olarak vurguladığınız “siyasetin kentselleşmesi” olgusunu ne derece içinde barındırıyor? Böyle bir direnişten sol için nasıl dersler çıkarmak gerekir?
Gezi Parkı etrafında başlayan başkaldırıya motivasyon sağlayan heterojenlik, lidersizlik, örgütsüz kendiliğindenlik biçiminde de olsa, otoriter bir iktidar karşısında Gezi Parkı kalsın talebinin ardından yürüyor. Ancak biliyoruz ki bir aşamada bu heterojen kesimler çok farklı taleplerinin daha sistemli bir ifadesinin mücadelenin genel talebi tarafından temsil edilmesini bekleyecek. Bu noktadan sonra bu taleplerin nasıl bir arada tutulacağı sorunu çok önemli. Bu noktada, üç durumdan söz edebiliriz. Birincisi, bu büyük dalganın yatışması ve gücünü kaybetmesi gibi olumsuz sayılabilecek bir olasılıktır. Öte yandan iki olasılık daha var: Eğer bugün kentlerde uygulanan neoliberal politikaları öne çıkarırsanız ortada 99’a karşı 1 var. AKP’nin kültürel/ideolojik tercihlerle tanımlanmış siyasal projesine odaklanırsanız % 50’ye % 50 denilen bölünme üzerinden konuşuruz. Siyaset bu iki boyuttan birini tercih edip diğerini dışarıda bırakmanıza izin vermez. Ancak bu iki boyutu nasıl eklemleyeceğiniz, hangi boyutu hangi sorun ve talepler etrafında öne çıkaracağınız konusu bir strateji işidir. Hitap ettiğiniz toplumsal tabanı dikkate alan bir sentez kanımca mümkün.

Bu konuda Gezi Parkı’ndan küçük bir örnek vermek isterim. Bugün parkın korunması yönündeki istekten daha meşru bir talep yok. Ancak bu tür bir talebin kimlerin duyarlılığı olduğuna dikkat etmekte yarar var. Bugün bu talep daha çok orta sınıf bir toplumsal tabana hitap etmektedir. Bu sürecin başlarda vurgulanan bir başka boyutu daha var: Çakma Topçu Kışlası formunu almış bir AVM yapılması. Yeşil alan savunusu yanında, AVM karşıtlığını öne çıkarmaya başladığınızda bir başka kesime, küçük esnafa da seslenmeye başlarsınız. AKP’nin uzun süredir alt gelir gruplarını ezen uygulamalarının başta AVM teşvikleri olmak üzere sorgulanmasını sağlayabilirsiniz. Nitekim AKP bu durumu gördüğü için AVM’den vazgeçtik demeye başladı. Bu tür alanlara girmeye başladığınızda, 99’a karşı 1 yönünde hareket ederken, yaşam biçimine müdahale sorunu ile kendinizi sınırladığınızda % 50’ye % 50 siyaseti yönünde hareket etmiş olursunuz. Nitekim, AKP iktidarı karşı karşıya gelişi bu alana çekmek için yanlış bilgilendirme de dahil olmak üzere elinden geleni yapmaya başladı. Camide içki içildiği, kadınların taciz edildiği gibi vurgular bu stratejinin bir parçası. Bu stratejiyi boşa çıkaracak biçimde AKP’nin güvendiği kitlelere yönelik bir stratejiye ihtiyaç var. Yaşam biçimi farkları üzerinden oluşturulan çatlaklar üzerine köprüler oluşturup, bölüşüm ilişkilerinde ortaya çıkan çelişki ve iktidarın bu alandaki tutarsızlıklarının ön plana çıkarılması gerekiyor.

6 Temmuz 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; haber.sol.org.tr