habersoL: Mahir Ünsal Eriş ‘Toplum sarsılınca edebiyat bereketlenir’

’12 Eylül’ü ve 1980’leri ‘Tabii kötü olaylar oldu yine de güzel zamanlardı. Camdan cama çamaşır asılırdı’ duygusuyla görmüyorum. İnsanlara içini duvarlara dökme cesaretini verdi Gezi Direnişi. Belki ilerleyen zamanlarda kağıda kaleme dökme cesareti de verir.’

mahir-unsal-eris

İki hafta önce gazetemizin kitap eki soL Kitap’ta tanıttığımız “Bağzı Şeylere Öyküler” derlemesine bir öyküyle katkıda bulunan Mahir Ünsal Eriş’le görüştük. Eriş, kendi yazarlığına yukarıdan baktı ve anlattı. Arada, Haziran’ın edebiyatımıza etkisi, Ankara ve Gençlerbirliği, savaş gibi konulara da değindik…

Ekşisözlük’te bir yazar senin için “nostaljisi var da derdi yok” yazmış. Hakikaten dertsiz bir adam mısın sen?
Oradaki kastı anlıyorum. “Geçmiş de ne güzeldi anasını satayım” duygusundan ekmek yeme döneminde, böyle bir eleştiriyi tabii ki anlıyorum. Hakkı da var. Kitaplarda çok fazla politik bir ton olsun istemiyorum. İçimden gelen, benden gelen o politiklik, bir şekilde dokuya dahil oluyor. Lisede, üniversitede hep bildiri yazılan ortamlarda bulundum. O yüzden alışkanlık olarak, politik mevzulara girince olay bildiriye dönüşüyor. Ondan da bilerek kaçınıyorum. Ama tabii ki derdim var. 12 Eylül’ü yok sayıp 1980’leri konuşmak sadece ticari bir iş demektir. 12 Eylül’ü ve 1980’leri “Ya, tabii kötü olaylar oldu, fakirdik ama yine de güzel zamanlardı. Camdan cama çamaşır asılırdı, samimi zamanlardı” duygusuyla görmüyorum tabii ki. İnsanların minibüslere bindirilip götürüldüğü, bir daha geri dönmediği, içeride iç organlarını bıraktığı, canını zor kurtarabilenlerin Avrupa’ya kaçtığı bir zamandan bahsediyoruz. Mahalle bakkalının duvarında Kenan Evren posteri vardı. Bakkalın Evren’e özel bir ilgisi olduğunu zannetmiyorum. Ama işte bu nasıl bir korkuysa, böyle travma yüklü insanlar yarattı. Ben bu insanları anlatıyorum. Bu insanlar fakirdi ama mutluydular diyen hikayeler değil bunlar.

Alınıyorum Gülderen’in aptallığına
En sevdiğin öykün ve karakterin hangileri oldu?
Ayıramıyorum birbirinden. İlk kitaptaki “Hep Klinsman’ın Yüzünden” hikayesini seviyorum. İkinci kitapta da hep Feridun’un öyküsü dediler ama en çok “Stoper” öyküsünü seviyorum. Galiba ben en çok içinde futbol geçen hikayeleri seviyorum. Karakter olarak da ilk kitapta çadır kampında kalıp ud, cümbüş çalan Bilye Hikmet’i seviyorum. Gülderen’i de seviyorum da ona biraz da üzülüyorum. Aptallığı canımı sıkıyor. Biraz daha akıllı olsa, başına bütün bunlar gelmezmiş gibi. Alınıyorum onun bu aptallığına.

“Benim Adım Feridun” hikâyesinin arkasında yatan öykü neydi?
Ben onu 19 yaşındayken yazmıştım. Daha doğrusu banka ajandasına elle bir roman yazmaya başladım. Bitirdim de. Sebatkar bir adamımdır yani. O romanda da esas oğlan canı sıkılınca gidip düğünün birine giriyor, kimseyi tanımadan oynuyor, hiç kimse kimdir, nedir diye sormadan stresini atıp düğünden çıkıyordu. Ama o fikir bana hep, gençlik zamanlarıma denk geldiği için ziyan edilmiş bir fikir gibi geliyordu. O fikir üzerinde sonradan biraz düşündüm. Başka biriymiş gibi algılanmanın, o anda kendi olarak çektiği acıya ilaç olabileceği fikri üzerine kurmaya çalıştım hikâyeyi.

Edebi yönden eksiğim dediğin neler var?
Bir kere çok kalabalık anlatıyorum. Öyle bir kafa karışıklığı, kafa anarşisi ki, hiçbir şey birbirine tam oturmuyor. Hiçbir şeyi sıralı anlatamıyorum. Bir de böyle aceleyle ve telaşla anlatıyorum. Öyle olunca da birçok duygu ziyan edilmiş oluyor. Beceremeyeceğim korkusuyla kadın anlatmaktan çekiniyorum. Çalışıyorum tabii ki bunun üzerine. Kadın yazarları okumanın da bunu geliştiren bir yanı var. Mesela Sevgi Soysal okumayı hiçbir şeye değişemem. Bir de lafı çok uzatıyorum ben. O yüzden kısa bir hikaye yazarken bile, sanki roman özeti gibi bir şey çıkıyor ortaya.

Ne diye 
ölelim ki şimdi…
Hikayelerinde ölüm meselesini bir çocuk naifliğiyle anlatıyorsun. Bunu besleyen, küçüklüğünden bir anı var mı?
Çocukluktan kalan anılar var elbette. Yaş betona yazılan yazı gibidir derler ya hani, işte öyle bir şey. Ben ölümden çok korkuyorum. Ölmek istemiyorum kısacası, yaşıyoruz işte ne güzel, ne gerek var abi ölmeye. Madem ölecektik, niye dünyaya geldik, ona ikna olamıyorum bir türlü. Çocukluğu, gençliği kaybediyorsun. Artık yetişkin bile sayılmıyorsun, ihtiyar oluyorsun. Zor bunlar. Çünkü sen içeride hep aynı insansın ama beden ağırlaşıyor, eskiyor, eskiye göre daha zor nefes alıyorsun, daha çabuk yoruluyorsun, daha kötü kokuyorsun. Ne gerek var abi bunlara? Çocukken yaşadığımız neşeyi, coşkuyu, mutluluğu düşünsene bir! Ne diye ölelim ki şimdi yani?

“Bağzı Şeylere Öyküler” kitabının ortaya çıkışı nasıl oldu?
Kadir Yüksel hocamız, bize internet yoluyla ulaştı. Gelirinin tamamen direniş sırasında hayatını kaybeden arkadaşların anısına kurulacak hatıra ormanına ayrılacağını söylediklerinde de bu işin içinde olmayı istedim açıkçası. Beni kitapla ilgili rahatsız eden bir şey vardı ama. Hemen olsun istendi, o yüzden biraz aceleye geldi. Editörlük anlamında söylemiyorum sadece. Ben dahil, yazarlarda da bir aceleye getirme durumu var sanki. Daha iyi bir şey çıkarabilirdik. Ayıp ettik.

Toplum sarsılmadan iyi edebiyat çıkmaz
Uzun vadede, 100 yıl sonra örneğin, edebi yaratıcılığı arttıracak tarihsel bir olay haline dönüşecek midir Haziran 2013?
Geçenlerde bir dergiyle konuşurken bu kuşaktan çok fazla edebiyatçı beklemesinler demiştim. Hiçbir toplumsal sarsıntı yaşamamış bir nesildi çünkü bu. 12 Eylül’ü de anne-babalar unutturmaya çok çaba harcadılar. Böyle büyük sarsıntılar olmadan iyi ve verimli edebiyat çıkmazmış gibi geliyor. Bunu da iyi ve verimli edebiyat diye bir kenara ayırdığımız ürünlerden teyit etme şansımız var. İşte tarihte Paris Komünü, Fransız Devrimi, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’in ilanı, 51 Tevkifatı gibi bir sürü olay sayılabilir bunun içinde. Toplumu silkeyeleyecek bir olay olması, bence edebiyatı bereketlendiren bir şey. Bundan sonrasını göreceğiz. En azından şunu biliyoruz şimdilik: İnsanlara içini duvarlara dökme cesaretini verdi Gezi Direnişi. Belki ilerleyen zamanlarda, kağıda kaleme dökme cesareti de verir.

Komşuna bu kadar zalim olma!
Suriye savaşı hakkında ne düşünüyorsun?
Üniversitedeyken, Irak tezkeresinin görüşüldüğü zamanlarda “kirli savaşa hayır” dövizleri vardı. Çok kırılıyordum ben onlara. Savaşın temizi mi olur? Hâlâ aynısını düşünüyorum. Kim olursa, hangi taraf olursa olsun hizmet ettiği tek şeyin silah tüccarları olduğunu, insanlığı hiçe sayan bir şey olduğunu, dünyada kötülerin iktidarına süreklilik kazandırmaya yaradığını konuşmaya bile gerek yok. Savaşın her türlüsüne hayır tabii ki.

Üstelik de kendi komşuna karşı bu kadar zalim olmayı, gözünün önündeki, elinin uzanabileceği, dokunup hayatlarını değiştirebileceğin insanlara karşı bu kadar zalimce arzular içinde olmayı anlamıyorum ve anlamayacağım da.

Mahir Ünsal’ın Ankara’sı
Ankara’yla ilgili neyi değiştirmek isterdin? Bandırma sahilini getirip koymak ister miydin Ankara’ya?
Bir kişi var, onu kesin değiştirmek isterdim. Ama öbürleri, Bandırma sahili falan, onlar Ankara’yı bozar. Ankara’nın kendine has kavruk bir içtenliği, yanıklığı var. O bence Ankara’nın güzel bir motifi. Dursun o. Bizim oraların hülyalı havası Ankara’nın başını döndürür.

Ankara’da seni en çok mutlu ve mutsuz eden yerler?
Beni en çok mutlu eden yer 19 Mayıs Stadyumu. Beni en çok geren, en çok mutsuz eden yer de orası. Evimden sonra en çok sevindiğim ve üzüldüğüm yer orası. Son Akhisar maçı şahaneydi örneğin. Yıllardır gördüğüm en unutulmaz maçlardan biriydi. Aslında çok alelade bir maç diye yayıncı kuruluş bile sesi kısmaya tenezzül etmedi, edemedi. Tüm tribünün “Hepimiz Ethemiz” diye bağırması, direnişte gözünü kaybeden arkadaşımız Murat ve aynı durumda olan diğer arkadaşlar için taraftarların maçı tek gözü bantlı izlemesi, “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” tezahüratları… Bence şahaneydi, unutulmaz bir maçtı. Bir de Metin Diyadin hocayla ikinci maçtı. Bize ümit veren bir oyun oldu. O da güzel oldu.

http://www.40kisi.com ekibine teşekkür ediyoruz.

17 Eylül 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; haber.sol.org.tr