Özgür Gündem: Gezi Parkı direnişinden izlenimler – Nazan Üstündağ

Perşembe günü parka giderken attığım tweet “burası bir Tinnamen, bir Tahrir olur mu? Neden olmasın”dı. Kimi zaman bilinç düzeyinde kavrayamadıklarımızı bilinç altımızda sezeriz.

Türkiye’de muhalifler olarak son bir aydır konferanstan konferansa gidiyorduk. Tüm toplumsal kesimler hareketliydi. Barış sürecinden herkesin beklentileri vardı. Ayrıca bir senedir üniversitelerde hareket vardı, feministlerde hareket vardı. Ve son bir kaç senedir bir avuç insan olarak haftanın neredeyse tamamını basın açıklamalarında, metin yazımlarında, protestolarda, toplantılarda geçirdiğimiz Taksim inşaat halindeydi.

Tüm Türkiye inşaat halindeydi. Bildiğimiz her yeri değiştiriyor, yeniden yapıyorlardı. Mekanlar hafıza taşır. Türkiye’nin düzensiz, irili ufaklı binaları, binaların arasına sıkışmış tozlu alanları, inşaatlar içinde biten otları mesela, kente tutunmanın, emekçiliğin, dışlanmışlığın ama aynı zamanda köylü köklerimizin, nerden gelmişliklerimizin hafızasını taşır. Her yerde hafızalar temize çekiliyordu. Kent buz gibi bir bilimkurgu film setine dönüştürülüyordu.

Kentli olmak sınırda yaşamaktır da aynı zamanda. Sınır deneyimler tatmak. Kent içki içilen, bilinmedik kuytularında yasak zevkler vaat edilen, rastlantılarla dolu ve üstelik hiç beklenmedik birliktelikler yaratabilen bir yerdir. AKP’nin ahlakçı temizlik harekatında, kentin tüm kuytularını yok edip, disiplinlileştimeye, soylulaştırmaya yönelik harekatında kuytularından edinilenler büyük bir hızla birbirlerine doğru çekiliyorlardı.

Herkesin yaşam alanı tehlikedeydi. On gün önce yapılan İnsan Hakları Federasyonu Konferansı’nda İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Beşir Atalay AKP’nin Türkiye’yi normalleştirdiğini söylemişti. Oysa uzun zamandır Türkiye’de başta Kürtler olmak üzere, Alevilerin, kadınların, LGBT’slilerin, yoksulların ve hatta taraftarların yaşamı olağanüstü bir haldeydi. Daha önceden yazmıştım, tekrar edeyim. Walter Benjamin ezilenlerin hayatında olağandışı olanın gündelikleştiğini söyler. Ezilenleri, direnmek için bu sefer kendi elleriyle dünyayı olağanüstüleştirmeye, ezenlerin hayatında olağandışını gündelikleştirmeye davet eder. Perşembeden beri Türkiye’de farklı kesimler bu davete icabet ediyor. Ve aynı konferansta Türkiye’nin son yıllarda başardıklarından kendini nasıl bir bölgesel güç haline getirdiğinden bahseden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, dün gördüğüm tweetinde “insan hayret ediyor” diyordu.

***

Kürtler son otuz yılda kendini bir halk olarak baştan başa yeniden inşa etti. Mekanlarıyla, ilişkileriyle, cinsiyete ve ekolojiye bakışlarıyla, önderlikleriyle, partileriyle, tarihle ve hakikatle ilişkileriyle. Durmaksızın, yorulmaksızın Türklere hakikati anlattılar. 100 yıllık bir felaket tarihinden bahsettiler. Üç kuşak kemik biriktiren toplu mezarlardan, kayıplardan, tacizlerden, tecavüzlerden, faili meçhullerden. Gerillada, kırda ve kentte bir başka umut yarattılar, bir başka yaşamı teorize ettiler ve pratiğe geçirdiler. Her gün yeniden devlete isyan ettiler.

Bunun karşısında sıkı sıkı devletine yapışan, devletten başka hiç bir şey olamayan Türklük sağır kaldı.

Ancak halkların ilişkisi ideolojik olduğu kadar organik, düşünsel olduğu kadar materyaldir. Nitekim Kürtlerin kentlerde bir başka varlığı, bir başka direngenliği, bir başka hafızası ve bilgisi bir yandan; onlarla hareket edenlerin kendi bulundukları yerlere bulaştırdıkları bir başkalık öte yandan; Türklere de değdi.

Kürtler’in medyaya sızmayı başaran sözleri, polise direnen resimleri, halkçı birliktelikleri bilinç altlarına işledi. Kadın ve ekoloji temelli ideolojilerinin evrenselliği Türkiye’de küçümsenen birçok anarşist, feminist, çevreci ve öğrenci hareketinin kendine siyasi zemin bulmasını sağladı.

Açlık grevlerinde sosyal medya, özellikle sonradan Ötekilerin Postası’na evrilen Açlık Grevi postası, otoriter rejimlerin vazgeçilmez medya sansürünü yenmişti. Gene buradan yazmıştık: Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “kuzu kebap yiyorlar” sözleri sosyal medyadan fışkıran isyan resimleri karşısında buz tutmuş, yere düşmüş ve büyük bir gürültüyle kırılıp parçalanmıştı. İşte o gürültüdür ki açlık grevlerini 10.000 kişiye çıkarmıştı ve bugüne gelinen süreç yaşanmıştı.

Açlık grevlerinde paradigmatikleşen sansür ve yalan her alanda gittikçe daha görünür olmuştu. O yüzden de twitter ve facebook Türkiye’de de haber almanın, örgütlenmenin, bilmenin yeri oldu. Yine Benjamin teknolojilerin yarattığı devrimci imkanlardan bahseder. Türkiye’de twitter ve facebook gerçekten de en azından bir kesim için uzun zamandır en devrimci haliyle deneyimleniyor, akıl dışı ittifakların, karşılıklı etkileşimlerin yeri oluyordu. Artık televizyonda Başbakan suratı görmekten bıkmışlar için elektronik medya başka bir yaşam alanı oldu.

Gerçekten de Başbakan’ın televizyon ekranlarında gittikçe daha çok büyüyen varlığı çok fazla toplumsal kesimin yaşam alanını daraltmaktaydı. Dediklerini anlamakta dahi güçlük çekiyorduk. Öyle geniş, öyle kibirliydi. Öyle öfkeli, öyle kaba, öyle hiçleyiciydi. Sürekli dilimizi çalıyor, söylemediklerimizi, söyledi diye ilan ediyordu.

Ana muhalefet denilen gariplik ise artık çoktan modası geçmiş bir hırsla gene modası geçmiş bir laiklikten bahsediyordu. Türkiye’de bilinçaltında çoktan aşılmış ikilikler siyaset üzerinden topluma pompalanıyor, başka türlü olmayı bilmeyen toplum aynı ikilikleri yeniden üretiyordu. Ama bedenimiz hastalanıyor, bilinç altımız acıyordu.

Büyük patlamalara dönüp baktığınızda neden o gün dersiniz. Türkiye’de bu soruyu sormaya gerek olmayacak. Üçüncü Köprü ve Havaalanı İstanbul’un son nefesini almaya geliyor. Üstelik köprünün ismi Yavuz Sultan Selim. Reyhanlı’da verilen gözdağı yetmemiş olacak. Beşiktaş iskelesinin bir otele verildiğini aynı gün öğrendik. Gezi Parkı Taksim’de elimizde son kalan yerdi. Ve ne kadar uzak kalmış olunursa olunsun bu topraklarda bir zamanlar Nazım Hikmet “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” demişti.

Şimdi barış süreciyle birlikte PKK’nin çekilmesi ve devlete verdiği son şans halk tarafından kullanılıyor. Kimleri ırkçılığa, kimleri aldırmazlığa, kimleri korku imparatorluğuna teslim kesimlerin içinde sıkışmış gaz, devletin gaz haline karşı patlıyor.

Hakkını yememek gerek, AKP’nin orduyu geriletmesi de tüm bu gelişmelerin bir parçası. Yoksa bu olanları hayal bile edebilir miydik?

***

Ön saflarda bedenlerine el uzatılmış, tüm üreme organlarına devletin sözü ve yasası değmiş kadınlar var, beraber savaşa savaşa kaldırım taşı sökmeyi, gaz bombasını polise geri atmayı, zayıfı sakınmayı, omuz omuza durmayı ve hepsi olurken eğlenmeyi öğrenmiş Kürt ve Türk gençleri var, bu şehri hep biraz kuralsız, hep biraz ahlaksız, hep biraz taşkın yapmış taraftarlar var, her şeye karşı çarşı var, daha geçen hafta AKP’lilerin küstah ve cahil söz tecavüzlerine maruz kalmış LGBT’liler var, devletin gazına da sıvısına da katısına da muhalif anarşistler var, partisinden bıkmış CHP’liler, tüm devrimci örgütler var ve bilimum mahalleli, yıllardır keyfi kaçırılmış, canı çıkarılmış, kimliksiz bırakılmış halk var.

Örgütsüz bir halkın reflekslerine düşme ihtmali kuvvetlidir. Yarın her şey bitebilir. Ulusalcılaşılabilir. Erkekleşilebilir. 90 yıldır sloganı, marşı olmayan, ondan da “çıktık açık alınla” gibi okulda öğrendiği marşlar dışında dili olmayan, talepleri, şehirleri, tarihe çıkma, yeni bir yaşam kurma istekleri dışında ideolojisi olmayan, bayrak dışında sembolü olmayan bir halk var. Açlık grevlerinde Deniz Kaya ismiyle yapılan açıklamada demokrat kesimlerin tümüne “ayağa kalkan halkımıza el verin” deniyordu. Şimdi de Türkiye’nin diğer kesimlerinden aynı ses yükseliyor. Yıllardır kitleselleşememekten söz ediliyordu. Örgütleri halklarıyla buluşamıyordu. Halk ayakta şimdi. Her şeye dönüşebilir. El vermenin zamanıdır. Sitemsiz, ayar çekmeden, üstten bakmadan… belki o zaman hellaleşmeyi hak eder ve Ortadoğu’nun tamamını kapsayacak devletsiz halklar ittifakının yolu açılır.

Yard. Doç. Nazan ÜSTÜNDAĞ
4 Haziran 2013
Kaynak; ozgur-gundem.com