Gezi: Karşılaşmalar, ittifaklar ve “Gazdanadam” – Foti Benlisoy

kadikoy-gazdanadam

TGB gibi genelde “ulusalcı” sıfatıyla anılan grupların, hatta Genç Türk veya HEPAR gibi “faşist” sıfatını hakeden kümelerin Gezi direnişi boyunca harekete bir biçimde dahil olduklarını hepimiz biliyoruz. Dahası, Devlet Bahçeli’nin aksi yöndeki beyanlarına kadar (kısa bir süre için) MHP tabanından da eylemlere sınırlı da olsa katılım olduğu bir sır değil. Bu sadece Türkiye’ye has bir durum da değil. Brezilya’da sağın, hatta neo-nazi grupların ya da Bulgaristan’da faşistlerin kitle hareketine katıldıkları biliniyor. Yunanistan’da bilhassa Sintagma Meydanı ile özdeşleşen meydan işgalleri sırasında milliyetçi sağ da kısmen de olsa bu eylemlerde pozisyon kapmaya gayret etmişti. Bu tuhaf durum, yani solla aşırı sağın değişik versiyonlarının (istemeden de olsa) aynı eylemlilikte bulunması, son yıllarda tanık olduğumuz yeni kitle mücadeleleri dalgasının solun dünya ölçeğinde örgütsel ve politik kapasitesinin geçmişe göre daha cılız olduğu koşullarda gerçekleşiyor olmasıyla alakalı. Dolayısıyla günümüzde muhtemel bir radikalizasyon sürecinin siyasal adres olarak tek bir yöne (sola) doğru gelişmesi söz konusu değil. Yani dünyada mevcut siyasal mimarinin kırılganlaşıyor oluşu, sola olduğu kadar sağa doğru da bir siyasallaşma anlamına gelebiliyor.

Gezi’ye geri dönelim. Elbette Gezi direnişine rengini veren yukarıda anılan gruplar değildi. Daha ilk günlerden hareketin ulusalcı kalıplara sığması mümkün olmayan bir anti-otoriter halet-i ruhiyesi, oyuncul bir dili ve bir sol duyusu belirgin ve hâkim oldu. Lice’de Medeni Yıldırım’ın katledildiği saldırı sonrasında İstanbul ve başka illerde gerçekleştirilen protestoları hatırlamak yeter. Zaten hükümeti ve kişisel olarak Erdoğan’ı telaşa sevk eden tam da direnişi mesela yeni bir “cumhuriyet mitingleri” furyası olarak damgalayamamaları, kendi meşreplerine uygun siyasal kategorilere tıkıştıramamalarıydı. Elinde Türk bayrağı, “yaşasın halkların kardeşliği” sloganları atan insanların eylemi, Gezi direnişinin mevcut siyasal saflaşmaları muğlaklaştıran ve mücadele içerisinde yeni siyasal aidiyetler şekillendirebilen karakterinin en açık ifadesiydi. Gezi direnişinin bu özelliği, yani yarattığı “barikat kardeşliği” dolayısıyla mevcut siyasal ayrım ve farklılıkları belirsizleştiren, bu anlamda da yeni ve daha önce de düşünülmemiş ittifaklara kapı aralayan özelliği üzerine çokça yazıldı zaten.

Ancak Gezi direnişinin mümkün kıldığı “karşılaşmaların” kendiliğinden, hareketin kendi başına seyri ve evrimi sürecinde yeni “ittifakları” mümkün kılacağı gibi bir beklentiye de kapılmamak gerekiyor. Gezi mevcut siyasal saflaşmaların “ayarını” bozan bir etkide bulunmuşsa da onun yarattığı bu etkinin süreklileşmesi, hatta kalıcılaşması öyle kolayca hallolacak bir mesele değil. Bir örnekle açıklamaya çalışalım: 2011 yılının yaz aylarında, genellikle “Arap Baharı” olarak anılan Arap devrimci süreci “tam gaz” devam ederken İsrail’de, toplumsal eşitsizliklere, hayat pahalılığına, özellikle de konut fiyatlarının artışına karşı gösterilir gerçekleşir. Tahrir esinli olduğu aşikâr meydan işgalleri söz konusu olur. Eylemler sırasında daha önce eşi benzeri pek olmayan sahneler yaşanır: İsrailli göstericiler Mısır ve Tunus bayrakları taşır, Arapça sloganlar atar, “Mısırlı gibi yürü” gibisinden pankartlar açarlar. İşgal alanlarında Filistinliler kendi çadırlarını oluştururlar ve etkinliklerini düzenlerler. İsrail gibi, hele hele son on yıllarda Arap düşmanlığının ve İslamofobinin zirve yaptığı bir ülkede hareket böyle sahneleri mümkün kılar. Ancak maalesef hareket bu benzersiz “karşılaşmayı” bir ittifaka, bir ortak mücadeleye dönüştüremez, yani onu kalıcılaştıramaz. Sosyal adaletsizliğe karşı kitlesel tepki, Filistin halkının on yıllara yayılan sömürgecilik karşıtı hareketiyle ortaklıklar inşa etmekte başarılı olamayınca, İsrail’deki hareketin (klişe tabirle) “hayat damarlarından biri” kopmuş olur. Dolayısıyla geri çekilen hareket ülkenin siyasal ikliminde ciddi bir dönüşüme yol açmaksızın nihayete ermiş olur.

Kıssadan hisse: Hareketin yükseliş anındaki “kardeşleşme” bizi rehavete sevketmemeli. Kitle hareketinin kısmi de olsa geri çekildiği bir momentte eski siyasal saflaşma biçimlerinin ve özellikle de Kürt meselesi etrafındaki yerleşik kalıpların güncellenmesi, yeniden belirginleşmesi pekâlâ bir ihtimaldir, ciddi bir ihtimaldir. Dolayısıyla solun, açığa çıkmış kitle enerjisinin hareket içerisinde Kürt halkının meşru ve demokratik talepleriyle tanışması, buluşması için inisiyatif alması her zamankinden daha önemli. Mevcut “karşılaşmaların” daha sürekli “buluşmalara” dönüşmesi ancak böylesi bir inisiyatif ve kararlılıkla, adım atmakla mümkün. Kürt hareketinin Gezi direnişine katılmakta gösterdiği (kısmen anlaşılır) tereddüde hayıflanmakla yetinemeyiz, yetinmemeliyiz. Gezi, belki de ilk defa, ülkenin batısında kitlesel bir barış hareketinin inşası için olanaklar yaratıyor. Barışın AKP’ye bırakılamayacak kadar ehemmiyetli bir iş olduğunu düşünen bizler açısından bu tarihsel sıfatını hakeden bir fırsat.

Bu fırsatın hakkını verebilmek içinse öncelikle hareket içerisindeki (yazının başında anılan) ulusalcı etkiyi mümkün mertebe pasifize etmek ve dahası ulusalcıların inisiyatif geliştirmesine mani olmak gerekiyor. Bunda şimdiye kadar belli bir oranda (güçler dengesi düşünüldüğünde ciddi bir oranda) başarılı olundu. Ancak pazar günü gerçekleştirilen “Gazdanadam” festivali bu kısmi ama anlamlı başarıya bir ölçüde gölge düşürdü. Ulusalcı cenahın destekleyip örgütlediği ve oldukça büyük kalabalıklara ev sahipliği yapan festival, sadece yapılan konuşmalar ya da atılan sloganların muhtevası itibariyle değil, daha önemlisi inisiyatifin bu kesime kaptırılmış olması nedeniyle geriye doğru atılmış bir adımdı. Cumartesi günü Taksim Dayanışması’nın çağrısıyla düzenlenen eyleme katılımla “Gazdanadam” festivaline katılım arasındaki muazzam fark, bizi iki açıdan düşündürmeli.  Birincisi, artık sosyal medya aracılığıyla yapılan çağrılarla yapılan eylemlerin miadı doluyor. “Gazdanadam” misali “inşa edilen”, yani belli hazırlık ve faaliyetin ürünü olan çağrılar-eylemler çok daha ciddi kitleleri seferber edebiliyor (bu husus ayrı bir tartışmayı hakkediyor). İkincisi (ve bu yazı açısından daha önemlisi), böyle kritik bir eylem-etkinliğin ulusalcıların inisiyatifiyle gerçekleştirilmiş olması, (kürsüden ve meydandan atılan sloganlar ne olursa olsun) bu cenahın hareket içerisindeki etki ve ağırlığını pekiştiren bir husus maalesef. Solun hareket açısından böylesi kritik bir momentte inisiyatifi (kısmen de olsa) ulusalcı kanada bırakması hepimizin hatası. Solun bir bölümünün bu etkinliğe katılması (kimileri son anda da olsa etkinliğe katılmama kararı alarak neyse ki durumu kurtarsa da), yani aslında fiilen ulusalcıların peşine takılması ise vahim bir yanlış.

Hareketin birliğini elbette muhafaza etmek gerek (hele hele devlet şiddet ve reaksiyonunun kızıştığı bu konjonktürde). Ancak hareket içerisindeki ayrım ve ihtilafların da ayırdında olmak ve hareketin sözünün ve eyleminin muhtevasının, taleplerinin (şimdiye kadar olduğu gibi) sol bir içeriğe sahip olması için de aktif çaba harcamak elzem. Unutmayalım: İnisiyatifi başkalarına kaptırınca o başkalarının mevcut iktidarla kavgalarının “nesnesi” haline geliveririz. O zaman da mevcut siyasal kapışma bizim mücadelemiz olmaktan çıkar. Dolayısıyla bayrakları aman karıştırmayalım.