Gezi direnişi: “Tuhaf zamanlara” hoş geldik! – Foti Benlisoy

tuhaf

“Gezi ayaklanması” üzerine ne desek beyhude. Yaşananların harareti içerisinde, hepimizin gözlerini kamaştıran bu muazzam hadise karşısında dilimizin tutulması doğal. Soğukkanlı değerlendirmelerin ne yeri ne de zamanı şimdi. Ancak yine de hareketin daha da büyüyüp gelişmesi için stratejik bir tartışmaya ihtiyaç var. Hiç değilse böylesi bir kolektif stratejik arayışa hizmet edecek bazı hususların aydınlatılmasına. Bu kısa yazının meramı da hareket içerisindeki tartışmalara mütevazi bir katkı sunabilmek için onu bir dünya bağlamı içerisinde değerlendirmek (değerlendirmeye gayret etmek).

Daha ilk günlerden itibaren Gezi ayaklanması bir dizi “beynelmilel” kıyaslamanın konusu oldu. Uluslararası medya Arap Baharı’na referansla bir “Türk Baharı”ndan dem vurdu, bizzat Erdoğan hareketle Occupy Wall Street arasında hayli talihsiz bir mukayesede bulundu. Hakikaten ayaklanmanın bir dizi özelliği, Yunanistan’daki 2008 Aralık gençlik ayaklanmasından Tahrir’e bir dizi mücadeleyi akıllara getiriyor ister istemez. Ayaklanma zaten Türkiye haricinde uluslararası bir mücadele dalgasının parçası addediliyor ve bu nedenle de büyük bir dayanışma ve sempatiyle karşılanıyor. Ancak gelin böylesi bir “izlenimci” değerlendirmeyle yetinmeyelim ve Gezi direnişinin (ulusal bağlama haz özelliklerini şimdilik bir yana atarak) dünyada son yıllarda gelişen mücadele dalgasıyla temel bir kesişim noktasını ele alalım.

Önce “dünya durumu” ile başlayalım: Son üç-dört yılda küresel ölçekte yeni bir mücadele dalgasının gelişimine şahit olduk, oluyoruz. Ancak bu dalga eşitsiz ve çelişik bir biçimde gelişiyor. İşçi sınıfı hareketinin ve solun son otuz yılda yemiş bulunduğu darbelerin etkisinden çıkabilmiş, tam manasıyla silkinebilmiş olduğunu söylemek güç. İşçi sınıfının sadece iktisadi değil, sosyal, siyasal ve kültürel gücünü kırmaya dönük küresel saldırının, sınıf hareketinin dünya ölçeğindeki kolektif müdahale ve örgütlenme kapasitesinde ciddi tahribat yaratmış olduğunu söylemek hiç de abartılı değil. Bu otuz küsür yılda sermaye ezilenlerin kendi hayatlarını kontrol etmeye dönük enerjilerini, kendi hayatlarına sahip çıkmaya dönük inisiyatiflerini, yaratıcılıklarını, özgüvenlerini törpülemekte bir hayli başarılı oldu. Sınıf hareketi ve toplumsal mücadeleler zorla bastırıldı, parçalandı, atomize edildi, bölündü, hareket edemez kılındı, itibarsızlaştırıldı. Aşağıdakilerin bağımsız örgütlenmeleri işlevsiz kılındı, gayrısiyasallaştırıldı, emekçi kamusallıkları ticarileştirilerek tahrip edildi. Kolektif bir mücadeleye kaynaklık edebilecek insani tüm enerjiler zaafa, akamete uğratılmaya çalışıldı. Bireyci-rekabetçi bir kültür, kolektivist-dayanışmacı pratikleri ve kamusallıkları tahrip edecek şekilde yaygınlaştırıldı.

İşte tam da bu yenilgilerin ağırlığını üzerimizden atamamışken bir yeni (enternasyonal) mücadele dalgasıyla karşı karşıyayız. Mısır’da, Tunus’ta ve bir dizi Ortadoğu ülkesinde neoliberal otoriterizme karşı büyük ayaklanmalar, Avrupa’nın periferisinde, özellikle de Akdeniz ülkelerinde çok ciddi bir sosyal mobilizasyon, dayatılan yapısal uyum programlarına karşı her fırsatta kendini açık eden muazzam bir kitlesel öfke söz konusu. Ancak bu öfke eşitsiz ve çelişik bir mahiyet arzediyor. Çok sayıda genel grev, devasa gösteriler ve bazen ayaklanmalar yaşanıyor yaşanmasına ama bir bütün olarak bu hareketlilikler güçler dengesinde kalıcı bir değişikliğe yol açacak cesamete ve en önemlisi sürekliliğe ulaşamıyor.

Oldukça akışkan bir radikalleşmeyle karşı karşıyayız. Mücadele ve direnişler kesintili bir karakter arzediyor, belirli bir yükseliş süreklileşmiyor, geliştiği hızla geri çekiliyor, sonra birden yeni bir “patlamayla” karşı karşıya kalıyoruz. Büyük toplumsal seferberlikler, kalkışmalar, benzer radikalleşme dönemlerinde olduğu gibi devrimci akım ve örgütlerin büyümesi, sendikal örgütlerin üye sayısının artması gibi bir gelişmeyi tetiklemiyor. Mücadelelerdeki kabarış, şimdilik de olsa, devrimci hareket açısından organik bir büyümeye tekabül etmiyor. Bu durum, yani gelişen direnişlerin kesintili ve süreksiz bir karakter sergilemesi, bazen bizzat mevcut örgütlenme formları dışında ve hatta onlara karşı gelişmesi, karşı karşıya bulunduğumuz kabarışın, yeni mücadele dalgasının temel bir özelliği. Yani toplumsal patlamalara, beklenmedik silkinişlere müsait bir iklim var ancak bu “patlamalar” hayli olumsuz güç ilişkileri çerçevesinde gündeme geliyor. Bu da mücadelelerin parçalı, kesintili ve “şekilsiz” bir şekil almasına yol açıyor. Bilhassa işçi sınıfı hareketinin ve “geleneksel” solun neoliberal saldırı sonucunda ciddi bir dekompozisyona uğramış bulunması, direnişin süreğen bir karakter kazanmasına engel oluyor.

Bu hususlar, Gezi direnişinin tetiklediği ayaklanmanın karakteristiklerine büyük ölçüde denk düşüyor. Hatta bazı açılardan, yani sosyalist solun bizdeki (mesela bir Portekiz’e göre) cılızlığı, sendikal hareketin zafiyeti düşünüldüğünde güçler dengesinin bizim örneğimizde çok daha olumsuz olduğu bile söylenebilir. Dolayısıyla otoriterizme karşı bu muazzam kabarışı ele alırken (hani o klişe deyimle) “bardağın boş tarafını” bir an olsun gözden kaçırmamak gerek. Daha da önemlisi, (sosyalist solun emeği ne kadar kıymetli olursa olsun) kitle hareketine sol-sosyalist kadroların önderlik ettiği, kitleleri peşlerinden sürükledikleri gibi yanılsamaları çoğaltmamak, kendi kendimize yalan söylememek elzem.

Kısacası sosyalist hareketin önünde büyük imkânlar açan bu büyük hareketin doğrusal bir gelişim izleyeceği yanılsamasına kapılmayalım. Ani sıçrayışlar kadar hızlı gerileyişlere de hazırlıklı olalım. Ayağımızı mümkün mertebe sağlam basalım, kazanımlarımızı olabildiğince konsolide edelim. Sessizlik kumpasını kırdık, korku duvarını aştık, şimdiden çok şey kazandık, kolektif eylem kapasitemize inancımızı, güvenimizi kazandık. On bir gün öncesine geri dönmek mümkün değil artık. Ancak önümüzdeki her günün de bir öncekiler kadar sürprizlere açık olduğunu bir an olsun unutmayalım. Merhum Hobsbawm’ın deyimiyle (yeni) “tuhaf zamanlara” hoş geldik.

Foti Benlisoy
8 Haziran 2013
Kaynak; fotibenlisoy.tumblr.com