Bianet: Gezi Direnişi sonrası Ezilenlerin Psikolojisi – Ulaş Başar Gezgin

Muhalif akademisyenlerin yaptığı foruma 20 kişi gelmişti Gezi Direnişi’nden sonra Taksim’deki akademisyen yürüyüşüne yüzlercesi katılıyor. Akademi direnişte bir öncü olmadı. Ama madem alana indi, sokaktan öğrenip akademiye öyle dönmeli.

gezi

Ezilenlerin psikolojisini tartışmaya açmak için ezenlerin psikolojisiyle ve ezenlere hizmet eden psikolojiyle hesaplaşmak gerekiyor. Ezenlere hizmet eden psikolojinin en klasik örneklerinden biri, ‘Vietnam sendromu’ kavramı.

‘Vietnam sendromu’, Vietnam-Amerikan Savaşı’na gönderilen Amerikan askerlerinin orada yaptıkları/yaşadıkları sonucu ortaya çıkan travma sonrası stres bozukluğu olarak nitelendiriliyor. Birincisi, ‘Vietnam Savaşı’ (ve ‘Irak Savaşı’) sözü bile, sömürgeci mantığı yansıtıyor. Vietnamlılar, o savaşa, ‘Amerikan Savaşı’ diyorlar. Daha tarafsız bir ifade, Vietnam-Amerikan Savaşı olabilir. İkincisi, ‘Vietnam sendromu’ sözü, Amerikan askerlerinin mağduriyetini hesaba katarken, Vietnam halkına yaşatılan travmalara gözünü kapatıyor. Ezenlere hizmet eden psikolojinin bir başka düzeydeki örneği, ‘denek’ kavramı. Psikoloji araştırmalarına katılanlar için ‘denek’ ((experimental) subjects) sözünü kullanan psikologlar, katılanlarla asimetrik bir ilişki kurmuş oluyor.

Bu bilimsel-otoriter yaklaşım, psikoloji bilgisinin ne için üretildiğinin farkında bile değil. Karşımızdaki, hayvan değil (ki hayvana bile böyle mi yapılmalı?); bu insanlar, psikoloji bilgisinin üretimine biz deneycilerle aynı düzeyde katkı sağlayan katılımcılar (participants). Bilgi, kendini ve toplumu özgürleştirmek için üretildiğinde, katılımcılar (‘denek’ler değil) özne konumuna yüksel(til)miş oluyor.

Psikologların sınıfsal profili

Ezenlerin psikolojisini daha kapsamlı olarak incelemek için, psikologların sınıfsal özelliklerine girmek gerekiyor. Birincisi, psikolojiyi büyük oranda bir sosyete sporu olarak değerlendirmek, yanlış olmaz. Psikologlar, çoğunlukla orta ve üstü kesimlerden geliyor; alt kesimlerden gelenler de, Bourdieu’nun ‘kültürel sermaye’ kavramını anımsatır bir biçimde, sınıf değerleri ediniyorlar.

Psikologlar, pratikte, çoğunlukla, zenginlere hizmet ediyor. Seans ücretleri, eğer tanıdıksanız, 150 Lira’ya düşebilir belki; ancak, genellikle 300-500 Lira aralığında. Son istatistiklere göre, Türkiye’de psikologların çoğu, özel üniversitelerden çıkıyor (bu noktada, Murat Paker ya da Mete Tunçay gibi, beni, “Türkiye’de özel üniversite yok, vakıf üniversitesi var” diye düzeltmeye kalkanlar çıkabilir. ‘Özel üniversite’ sözünü burada bilinçli olarak kullanıyorum; çünkü adının tersine, birçok sözde ‘vakıf üniversitesi’, kar amacı güdüyor. Vergi muafiyeti, ek kalemlerdeki ihaleler, para getirmediği için kapatılan bölümler vb. örnekler, sayfalarca uzatılabilir. Ercan ve Korkusuz Kurt’un 2011 tarihli ‘Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite’ kitabını öneririm. Ayrıca, Aslı Odman’ın aynı kitapta yazdığı gibi, kar amacı güden bir yabancı şirket tarafından yönetilen Bilgi Üniversitesi, iyimserler için bile, ‘kar amacı gütmeyen’ statüsüne giremiyor. Vakıf üniversitelerinin kâr amacı gütmemesi koşulunun, Bilgi örneğinde bir kez daha ve bir başka yoldan delindiği görülüyor.) Psikologların çoğunun özel üniversitelerden çıkması, psikoloji diploması alabilenlerin, çoğunlukla, parası olanlar ya da ağır borç yükü altına girmeye razı olanlar olduğunu gösteriyor. Bu durum, özellerde ticari amaçla açılan klinik psikoloji yüksek lisans programlarıyla doruğuna çıkıyor (buradan, “tüm özel üniversitelerdeki klinik psikoloji programları kötüdür” gibi bir sonuç çıkmasın).

Kapitalizm, ‘yaşam boyu eğitim’ adı altında, işgücünü sürekli eğitim almaya zorlanan bir tüketiciye dönüştürüyor. Psikoloji diploması almış genç meslektaş, kendini geliştirmek adına yeni sertifikalar almak durumunda. Artık, psikologluğun temel yetileri, psikoloji bölümlerinde öğretilmiyor. Onun yerine, genel bir diplomanın üstüne, “1 milyar ver, şu testi öğren”; “3 milyar ver, şuradan sertifika al” sistemine geçilmiş oluyor. Bu durum, mezun olduğunda, aileden bir sermayesi ya da toplumsal sermayesi (bağlantılar-ilişkiler) olmayan psikologları da mesleğin çeperlerine ve hatta dışına itiyor.
Türk Tabipler Birliği, Barolar Birliği, Türk Psikologlar Derneği, İHD, TİHV vb. kuruluşlar dururken, travma sertifika programını bir özel üniversite altında ve o üniversitenin reklamını yapacak bir biçimde gerçekleştirmek bile, bu koşullarda sıradanlaşıyor. Şanlı Gezi Direnişi’nde travma yaşatılan direnişçilerin bir bölümü, bu ticarileşmiş psikoloji ortamında, psikolojik destek alamıyor. Oysa, asimetriyi değil eşitliği gözeten psikolojik yardım (terapi değil), bir insan hakkıdır. Demek ki, psikologların sınıfsal konumlanışlarının kendisi bile, bir insan hakları ihlalidir. Ve hiçbirimiz temiz değiliz. En muhaliflerimiz bile kirli. Piyasa koşullarına göbekten bağlıyız.

Öte yandan, psikologların bir meslek örgütünün/odasının ve meslek yasasının olmaması, bu koşulları derinleştiriyor. Bir kere, psikologların, avukatlar gibi, meslektaşların etik ihlalleri karşısında, men cezası türünden yaptırımları bulunmuyor. Pozitif psikoloji, yaşam koçluğu ve diğer ruhsal ticaretler, hatta ‘psikologum’ diyerek halkı aldatanlar, bir etik kurul aracılığıyla bilimsel hizaya getirilemiyor. ‘Solculuk, hastalıktır; tedavi edilmelidir” diyen ‘profesör’, işine devam ediyor, daha bilimdışı, daha gerici görüşleriyle ve her yıl, çok sayıda kendi klonunu yaratarak. Psikologların yasal güce sahip meslek örgütünün yokluğu, aynı zamanda, psikologların bir kesimini, özellikle de yeni mezunları, özlük hakları olmayan, asgari ücrete ve biraz üstüne çalışan, psikolog olmalarına karşın psikolojik tacize (mobbing) maruz kalan ve mevsimlik işçiler gibi kimi zaman işsiz kalan prekaryatlara çeviriyor. Özellerden ve de devletten çok fazla psikoloji diploması çıkarken, kapitalizmin bir klasiği olarak, eğitim kotaları, toplumdaki ihtiyaca göre belirlenmiyor. Psikoloji kontenjanları, birinci olarak, lise mezunlarından gelen talebe göre oluşturuluyor. Kapitalizmde özgürlüğümüz var; psikoloji okuyup işsiz kalma özgürlüğü. Birçok sektörde olduğu gibi, kapitalizm, istihdama tamı tamına ya da yaklaşık olarak karşılık gelecek sayıda mezun vermiyor. Herzaman daha fazla mezun veriyor ve buradan çıkan yedek işgücü sayesinde, hem çalışma koşullarını hem de ücretleri rahatlıkla aşağıya çekiyor. ““Bu maaşa çalışmam” mı diyorsun?! Defol! Daha düşüğe çalışmak isteyen yeni mezunlar (ya da üniversite ortamlarında, Yard.Doç.lar) var” deniyor. Psikoloji bölümü kontenjanları, bölümdeki hocaların yeterliliklerine ve olanaklarına göre belirlenmiyor. Üniversite yönetiminden gelen ticarileşme baskısı nedeniyle, çatışan, uyumsuz görülen ve kapı önüne konan her ünvandan psikologun ülkesi, Türkiye. Bunun içinde, bilmemkimin eşi dostu diye notların yükseltilmesini istemek bile var.

Psikolojinin ticarileşmesinin bir başka boyutu, DSM-V. Bu, Tanı ve İstatistik Elkitabı. Klinik psikologların ve psikiyatrların İncili olan bu kitapta, her bir psikolojik rahatsızlık, semptomlar halinde listeleniyor. “Karşınızdaki, şu şu şu belirtiler gösteriyorsa, şu rahatsızlığa sahiptir” gibi bir yaklaşımla çalışan kitap, ABD’de, ilaç ve sigorta şirketlerinin lobiciliği kapsamında ve çoğunlukla psikiyatrlar tarafından tıbbi bir modelle hazırlanıyor. Bu cümledeki üç kavramsal öğeyi açalım: Birincisi, bu kitap, ABD’de, temsil niteliği kısıtlı bir kesimle oluşturulurken, tüm dünyada geçerliymiş gibi kullanılıyor. Bir kere, kültür, farklı; dahası, sınıfsal farklar da olabiliyor. Psikologlar, yurtdışında geliştirilmiş bir testi Türkiye’de kullanmadan önce, geçerlik-güvenirlik çalışması yapıyorlar; ancak, bu elkitabı için, aynısı sözkonusu değil. Bu elkitabının kullanımının, içinde bulunduğumuz Amerikan sömürgeciliğinin psikologlar olarak beynimize işlenmiş oluşuyla açıklamak, pek de yanlış olmaz. İkincisi, bu kitap, hiç de öyle tümüyle bilimsel bir süreç içerisinde hazırlanmıyor. İlaç ve sigorta şirketlerinin çıkarı, kitabın kapsamına ve içeriğine dayanıyor. Rahatsızlıklar, ne kadar geniş tutulursa, ilaç ve sigorta şirketleri, o kadar çok kazanıyor. Birkaç gün önce, kitabın 5. baskısı yayınlandı. Her baskıda, eklemeler ve çıkarmalar oluyor. Daha önce, eşcinsellik, bir hastalık olarak yer almıştı örneğin. Bunun kaldırılması, bilimsel ölçütler nedeniyle değil, lobiler sayesinde oldu. Olumlu olan bu örnek, aynı zamanda, Kuhn, Feyerabend ve Lakatos’un bilim felsefesi ve bilim toplumbilimi yaklaşımlarına göz kırpıyor. Bilim, yalnızca bilim değil; aynı zamanda, lobicilik gibi toplumsal boyutları da bünyesinde barındırıyor. Üçüncüsü, kitap, tıbbi modele dayanıyor. Bu model, psikolojik rahatsızlıkları, biyokimyasal bir sorun alarak algılıyor. Yani, ilaçlar yoluyla, hastanın kimyasını düzeltmeye dayanıyor. Oysa, rahatsızlığın, toplumsal ve psikodinamik vb. kulvarlarda, çok çeşitli açıklanma biçimleri var. Bu yönüyle, kitap, çoğulcu bir bilim okumasına izin vermiyor.

Bir sonraki konuya geçmeden, psikologların sınıfsal yapısıyla ilgili olarak bir noktaya daha dikkat çekebiliriz: Bu, psikologların 12 Eylül’deki ve diğer kırılma noktalarındaki sorumluluğu/sorumsuzluğu konusu. 12 Eylül döneminde, Hipokrat Yemini’ni tersine çeviren (Sağlık Bakanı’nın açıklamasını analım: “Madem devlete karşı geliyorsun, ne diye ambulans bekliyorsun”) işkenceci doktorların yanında, kimi psikologların da yer aldığı söyleniyor. 11 Eylül sonrasında ise, Guantanamo’da ve diğer esirhanelerde mahkumlara işkence eden ya da işkence edilmesine yardımcı olan psikologlar, Amerikan Psikologlar Derneği’nde büyük tartışmalara yol açmıştı. 12 Eylül’le göstermelik hesaplaşma sürecinde, 78’liler Vakfı’nın yayınladığı listenin bir benzeri olarak, bugün bir kısmı hayatta olmasa bile, 12 Eylül psikologlarının isim isim açıklanması ve insanlık suçlarıyla birlikte anılması gerekiyor. 12 Eylül’ün ve diğer kırılma noktalarının psikologları afişe edilmediği için, “solculuk hastalıktır, tedavi edilmelidir” zihniyeti, pervasızca yoluna devam ediyor.

Şanlı Gezi Direnişi’nin rüzgarı, psikologlar üstünde de esti (Burada, ‘Şanlı Gezi Direnişi’nden kasıt, yalnızca Taksim değil; bu söz, burada, Gezi’den esinlenen Beşiktaş, Gazi, Ümraniye, Kızılay, Dersim, Antakya, İzmir, Eskişehir gibi direnişleri kapsayacak biçimde kullanılıyor). Türk Psikologlar Derneği’nin (TPD) toplumsal olaylara duyarsız kalmasından rahatsız olan bir grup genç psikologun birkaç yıl önce kurduğu TODAP (Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği), Gezi’den önce de zaten tepkisini dile getiriyordu. Psikologlar için yeni olan ise, genellikle tepkisiz kalan TPD’nin de egemenlere karşı tavır alması, istifa/görevden alma talebini yükseltmesi ve şimdiye dek pek anlaşamayan TODAP ile TPD’nin alanlarda birarada yer alması oldu. Bu birlikteliğin sürmesi, temennimizdir. Bu birliktelik, Türkiye için duyulan umudun psikologlar için de duyulabileceğini göstermekte. Diğer bir deyişle, bu yazıdaki eleştirel tonu, Gezi öncesi statüko için geçerli saymak gerekir. Toplum, dönüşürken; psikologlar da dönüşüyor.

Gezi Direnişi’nden sonra psikoloji bilgisinin eleştirisi

Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde, psikolojik yardım, bireye, “sen değiş, toplum değişmiyor” diyen tutucu bir anlayışa dayanıyor. Bireyin yanında ve/ya da bireyin yerine, bireyin parçası olduğu toplulukların ve genel olarak toplumun değişmesi gerektiği gerçeği, hasıraltı ediliyor.
Şanlı Gezi Direnişi öncesinde katıldığım bir toplumsal travma toplantısında, değişimin yalnızca bireyden istenmesini eleştirdiğim zaman, büyük bir tepkiyle karşılaşmıştım. Gezi’den sonra, böyle bir tepkinin kalmış olabileceğini pek sanmıyorum ya da umuyorum kalmamıştır. Ancak, yine de, değişim, bir gecede olmuyor. Travmalar için direnişçilere destek olmak isteyen kimi psikologlar (hepsi değil), ‘mağduriyet’ sözcüğünü kullanabiliyor örneğin. Liberal bir kavram olan ‘mağduriyet’, yukarıdaki ‘denek’-‘katılımcı’ örneğinde olduğu gibi, direnişçileri, edilgen varlıklar olarak görüyor. Bunun yerine, ‘direnişçi’ ya da bu yazıda görüldüğü gibi, ‘ezilen’ kavramının kullanılması gerekiyor. Birçok örnekte, direnişe katılan ezilenler, toplumsal bilinç anlamında, ortalama bir psikologun ilerisinde oluyor. Dolayısıyla, kimi durumlarda, psikologlar, ezilenlere yardım edecek durumda değil; tam tersine, psikologların ezilenlerden yardım alması gerekiyor. Bu konu, ezilenlerin pedagojisi akımının kurucusu olan Brezilyalı Marksist düşünür Paulo Freire’in ‘diyalog’ kavramına rahatlıkla bağlanabilir.
Bir diğer konu, anaakım psikolojinin (AP) epistemik özellikleri. Anaakım psikoloji, toplumsuzluğu, tarihsizliği, kültürsüzlüğü ve diğer –sizlikleri nedeniyle eleştirilip aşılmayı gerektiren bir bilgi pratiği. AP’de toplumsallık, içkin olmadığı için; diğer bir deyişle, toplumsallık, psikolojinin temel bir özelliği sayılmadığı için, ‘sosyal psikoloji’ diye ayrı bir alan var. Bu alan, birey üstündeki toplumsal etkilere odaklanıyor. AP, bireysel tarihi de (bebeklik, çocukluk, yaşlılık vb.) temel bir özellik saymadığı için, ‘gelişim psikolojisi’ diye ayrı bir alan var. Aynı biçimde, kültürü ikincil saydığı için, ‘kültürel psikoloji’ diye bir alan var.

Akademik psikolojinin yaşamdan kopukluğu, olağan bir durum. Son yıllarda yavaş yavaş değişse de, özgürleşme pratikleri adına, toplumsal sorunlara çözüm üreten akademik bir psikolojiden söz etmek, zorlama olur. Türkiye’de sosyal psikoloji, uzun yıllar, “laf salatası yapıyorlar” diyerek sosyolojiye burun kıvırdı ve birkaç olumlu örnek dışında (ilk akla gelenler, Serdar Değirmencioğlu ve Melek Göregenli), toplumsal sorunların arkasından dolaşmayı tercih etti ve bir kesim, bu biçimde profesör yapıldı. Başka alanlarda da olduğu gibi, toplumsal sorunlara ne kadar az dokunursanız, o kadar makbul bir akademisyen oluyorsunuz. Sonra gelsin ünvanlar, idari görevler, televizyon programları…

Akademik psikologların bir bölümünde, akım fanatizmi görülüyor. Psikoloji içindeki akımlara (örneğin bilişsel-davranışçı, psikodinamik vb.) fazlasıyla bağlı olanlar, aslında, değerli psikolog Jean Piaget’in benzeştirme (asimilasyon) yanılgısına düşmüş oluyor. Yani zihniyetini dışarıdaki gerçekliğe göre yenilemek yerine, gerçekliği çarpıtıp zihniyetine uyumlu duruma getiriyor. Gezi Direnişi’nin bu tür psikologlara ihtiyacı yok; hatta, tersine, az önce belirtildiği gibi, bu psikologların direnişçilerden öğrenecekleri çok şey var.

Bir başka yazıda belirttiğim gibi (Bianet, 5 Haziran 2013), Şanlı Gezi Direnişi, Türkiye’de yaygın olan görüşün tersine, ülkenin toplulukçuluktan bireyciliğe bir geçiş yaşamadığını ve kültürü bağımsız bir özne olarak görmenin yanlışlığını gösteriyor. 12 Eylül bile, bunu başaramadı. Sosyal psikolojiye karşılık gelen toplumsal bağlam, kültürel değerlerden daha güçlü ve önemli.
Bu bölümü bitirmeden, bir konuya daha girelim: Bu, tarihsel bağlamı içinde psikoloji konusu. 19. yüzyılın ürünü olan sosyal bilimler, sömürgeci mantığı yansıtıyor. Bu mantık, dünyayı üçe ayırıyor. Gelişmiş (‘Batılı’) toplumlar, ki bunlara sosyoloji bakıyor; biraz gelişmiş ama ‘Batı’ kadar gelişmemiş toplumlar, ki bunlara şarkiyatçılar (oriental studies) bakıyor ve gelişmemiş ‘ilkel’ toplumlar, ki bunlara antropoloji bakıyor. Psikoloji, bu üçlemenin neresinde duruyor? Psikoloji, tarihsel olarak, bu üçlemenin birinci ayağında duruyor ve fakat, çıkışında, laboratuvara hapsedilmiş ve toplumsal bağlamından koparılmış bir bilgi alanı. Bu tarihsel geçmiş nedeniyle, hâlâ toplumdan kopukluk ve ‘Batılı’ olmayan bağlamlarda geçerlilik sorunu yaşıyor.

Psikolojik açıdan şanlı Gezi Direnişi

Bu bölümde, eleştirel psikoloji açısından, Şanlı Gezi Direnişi’ni kısa kısa yorumluyoruz. Bu bölüm, daha sonraki çalışmalarda geliştirilecek hazırlık notları niteliği taşıyor. Dolayısıyla, kapsayıcı değil; ancak, araştırmacılara esin vermeyi amaçlıyor.

  • Direnişin Medyası ve Sosyal Medya Psikolojisi: Direnişin sosyal medya üstünden örgütlenmesi, sosyal medya psikolojisi açısından incelenebilir. Küba Devrimi’nde Sierra Maestra’da savaşan Che Guevara’nın canlı yayın yaptığı bir radyo kanalı vardı: Radio Rebelde. 2013’te ise, sosyal medya var. Sosyal medya psikolojisiyle ilgili 2012’de yazdığım kitapta (Gezgin, 2012), sosyal medyanın aşağıdaki özelliklerini sıralamıştım. Bu özeti, hazırlamakta olduğum başka bir kitap bölümünden alıntılıyorum:
  • Medya ile sosyal medya, bir kere iletişim araçlarında farklılaşmaktadır. Medya başlığı altında, televizyon, video oyunları, radyo, gazeteler, dergiler, kitaplar vb. sayılabilecekken; sosyal medya için, sosyal ağ ve paylaşım siteleri, anlık iletileşme, cep telefonları, akıllı telefonlar vb. sıralanmaktadır.
  • Medya, en düşük düzeyde etkileşimliyken; sosyal medya, yüksek düzeyde etkileşimli.
  • Medyada, içeriği, medya profesyonelleri, üreticiler ve şirketler üretirken; sosyal medyada, içeriği, medya profesyonelleri, üreticiler ve şirketler yanında kullanıcılar, amatörler, yurttaşlar/ağdaşlar ve tüketiciler üretiyor.
  • Medyada eşanlılık düşükken, sosyal medyada yüksek.
  • Medya, çoğunlukla anonim. Medya kullanıcılarının kimliği bilinmiyor. Medyada bu kimliğin bilinmesi zorunluluğu yok. Reklam ve izlenme oranları gibi gerekçelerle izleyicilere odaklanılabiliyor; ancak, bu, çok az program ve çok az konu için sözkonusu. Sosyal medya ise, hem anonim hem nonim (isimli iletişim, anonimliğin tersi) hem de südonim (takma adla iletişim) olabiliyor. Çet, genellikle anonimken; çevrimiçi çöpçatanlık ve Ekşi Sözlük ve Wikipedia gibi uygulamalar, südonim. Gerçek isim kullanılmıyor; takma ad var; ancak bu takma adla gerçek ad arasında çoğunlukla belirsizlik var.
  • Medya kullanıcıları, yurttaş gibi. Birincil ilişkileri yok ve birbirlerini tanımıyorlar. Anonim ortamlarda, sosyal medya kullanıcıları, yurttaşlar. Nonim ortamlarda, köylü gibiler; çünkü birincil ilişkileri var. Herkes, birbirini (gerçek yaşamdan) tanıyor. Südonim ortamlarda ise, kullanıcılar, kentteki köylü gibiler. Kimi konularda, birbirlerini yakından tanıyorlar; kimi konularda ise, bu, böyle değil.
  • Sosyal medyanın kullanıcı kimliğine etkisi, medyanınkinden daha büyük. Sosyal medya, birey ve ilişkileri üzerinden tanımlanırken, medya, kullanıcıyı sürü gibi görüyor. Ancak, bunun istisnası var. Bu da, niş pazarlama. Niş pazarlamada, medya, herkesi değil, belli bir kesimi hedefliyor. Örneğin, kadın kanalı, çocuk kanalı, Arap kanalı, Karadenizli kanalı, Müslüman kanalı vb. Bunlarda, kimlik etkisi daha güçlü.
  • Kullanıcılar, medyadaki kişilerle kimi zaman özdeşlik kurabiliyor; ama herzaman değil. Sosyal medyada ise, çoğunlukla özdeşleşme sözkonusu.
  • Medyanın inanılabilirliği/sahiciliği, medya profesyonellerinden, hükümetlerden ve şirketlerden ileri geliyor; sosyal medyanınki ise, yurttaşlardan/ağdaşlardan. (Bu, 2013’te, özellikle, Reyhanlı yasağında görüldü.) 
  • Medya ile sosyal medya, gerçek yaşamla ilişkilerinde de farklılaşıyor. Kimi zaman, medya kullanıcıları, medya içeriğine maruz kaldıktan sonra, gerçek yaşamda harekete geçiyor. Örneğin, insanlar, medyada reklamları izledikten sonra çeşitli ürünleri satın alabiliyor. Televizyonda ya da gazetelerdeki davetleri gördükten sonra çeşitli etkinliklere katılabiliyorlar. Ancak, sık sık söylenen ‘Twitter eylemcisi’ sözünün tersine, sosyal medya kullanıcıları, çoğunlukla, sosyal medyada oluşturdukları davetlere etkin olarak katılıyorlar. 
  • Yetiştirme etkisi açısından, medyadaki haberlerin ve gerçek kesit tarzı programların toplumsal zihniyeti etkilediği biliniyor; ancak kurmacaların (örneğin filmler) etkisi, herzaman o kadar güçlü değil. Sosyal medyada da, gerçeklik ile toplumsal zihniyet arasındaki ilişki, o kadar açık değil. Bu konuda daha fazla araştırma gerekiyor. Ancak, bu araştırmaların bulgularını görmeden önce, sosyal medyada gerçekle kurmacanın daha çok içiçe geçtiği söylenebilir. 
  • Medyadaki kişiliklerle medya kullanıcıları arasında, hem fiziksel hem de psikolojik bir mesafe var. Onlarla gerçek yaşamda karşılaşma olasılığı düşük. Sosyal medyada görülen kişilikler ise, onlarla görüşmesek bile, herzaman bize yakın. Onlarla, gerçek yaşamda görüşme olasılığımız da yüksek. Birçok durumda, sosyal paylaşım siteleri üstünden iletişim, anlık iletileme, cep iletileri, telefon konuşmaları, yüzyüze görüşmeler vb. ile destekleniyor.
  • Birçok durumda, medya içeriği üreticileri ile medya kullanıcıları arasındaki ilişki, tekyönlü. Vizontele filminin andığı gibi, “Zeki Müren de bizi görmüyor.” Sosyal medyada ise, içerik üreticileri ile sosyal medya kullanıcıları arasındaki ilişki, n-yönlü. N-yönlüden kasıt, herbir ilişkilenme oturumunda, iki ve daha fazla kullanıcı arasında ikiden fazla olan okların yönleri. Bunların n-yönlü olmasının önemli bir nedeni, bu iletişimin çoğunlukla kamusal olması. Medya ile edilgen medya kullanıcısı arasındaki ilişkinin tersine, sosyal medya kullanıcıları, istedikleri zaman, diyalog içinde özneleşebiliyor. 
  • Medya üretiminde kendiliğindenlik düşük. Medya, yüksek düzeyde planlanıyor. Sosyal medya üretiminde ise, kendiliğindenlik had safhada ve planlama da bir o kadar düşük.
  • Medyada kişiselleştirme özelliği, düşük. Medya, kullanıcıların türdeş olduğunu varsayıyor. Onları heterojen olarak gördüğü az sayıdaki örnek ise, yukarıda belirtilen niş pazarlamaya karşılık geliyor. Sosyal medyadaki kişiselleştirme özelliği ise, yüksek. Sosyal medya, kullanıcıların türdeş olduğunu varsaymıyor ve niş pazarlamadaki her bir izleyici grubuna tek kimlik ilkesinin tersine, aynı anda birden çok kimliğin var olmasını sağlayacak esneklikte. Nasıl ki, gerçek yaşamda, her bireyin, birden fazla kimliği var (cinsiyet, sınıf, yaş, eğitim düzeyi, meslek durumu ve meslek, din ve inanç, siyasal görüş vb.); sosyal medyada da öyle.
  • Medya ile sosyal medya, ünlüler ve ünlenme konularında da farklılaşıyor. Medyada ünlülük statüsüne ulaşanlar, yalnızca küçük bir azınlık. Medyada ünlü olmanın birçok koşulu içinde, seçmeli olarak, nüfuzlu bir aileden gelmek, para saçabilecek bir birikime sahip olmak, başarılı sosyal ilişkilere sahip olmak, çeşitli cemaatlere üye olmak gibi öğeler var. Sosyal medyada ise, çok sayıda kullanıcı ünlü olabiliyor; ve bunun için, mali kaynak ya da güçlü toplumsal ilişkiler zorunlu değil. Sosyal medyada parlamak daha kolay.
  • Gezi Direnişi patlak vermeden önce hazırladığım bu liste, birçok psikoloji ve genel olarak sosyal bilim araştırması yapmaya izin veriyor. Başka bir yazıda, bu konuyu ayrıntılı olarak ele alacağım.
  • Eğitim Psikolojisi Açısından Direniş: Eğitim psikolojisi açısından Şanlı Gezi Direnişi, yatay öğrenme, akrandan öğrenme ve ezilenlerin pedagojisi bağlamında incelenebilir. Direnişçiler, direnmeyi, deneyimli birilerinden bir kurumda öğrenmiyorlar; sokakta, birbirlerinden öğreniyor, birbirlerini dönüştürüyorlar. “Gaz maskesi nasıl takılır?”, “gaz gelince ne yapmalı?”, “nasıl barikat kurulur?” gibi konular, yatay olarak öğreniliyor.
  • Ezilenlerin Sağlık Psikolojisi: Direniş, sağlık sorunlarının insan psikolojisine etkisini (ve tam tersi) konu alan sağlık psikolojisine önemli bir katkı sunuyor. Direnişçilerin gaza dayanma gücü, “bu, çok kötü; ama geçici. İlaç sıkınca geçecek” ve/ya da “kötüyüm, bayılacak gibiyim, ama birisi şimdi ilacı sıkar bana. Dayanışma, bana sahip çıkar” gibi düşüncelerle artıyor. (Bu, özellikle, Beşiktaş direnişinde sözkonusu idi.) Direniş, aynı zamanda, sağlığa ilişkin empatiyi de arttırıyor. İnsanlar, engelli olanlara daha olumlu bakabiliyor. Değil mi ki, direnişte gözünü kaybedenler oldu. Ayrıca, sosyal medyada dolaşan karasinek esprisi de, türcü önyargıların kırılmasının bir ölçüde göstergesi olarak değerlendirilebilir. Gaz yiyen bir Beşiktaşlı, sosyal medyada, “eve karasinek girdi; ben kendim gaz yedikten sonra, ona ilaç sıkmaya kıyamıyorum” yazdı. Bir de, gazdan etkilenen kedilere ve köpeklere yardım eden direnişçiler örneği var.
  • Tüketici Psikolojisi Açısından Direniş: İstiklal’de ve çevresinde, baret, maske ve bayrak satımı gibi olgular, tüketici psikolojisi açısından incelenebilir.
  • Politik Psikoloji Açısından Gezi Parkı Direnişi: Halkla ilişkiler ve kamuoyu bağlamında, Gezi Direnişi’nde, ezenlerin (devlet görevlileri) psikolojisi incelenebilir. Ayrıca, birkaç hafta önce, ABD’de, başbakanın eşine armağan edilen ‘Diktatörün Psikolojisi’ kitabı, çözümleme için kullanılabilir. Bir diğer araştırma konusu, otoriter kişilik ve sosyal uyma gibi olgular üstünden dönebilir. Bu açıdan, ODTÜ Psikoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Nebi Sümer’in 7 Haziran 2013’te, saat 22:00’de, Kanal B’de yaptığı yorumlar, dikkate alınabilir (Bu program, TV arşivi sitesinde, ‘Nebi Sümer’ adını arayarak bulunabilir.). Hepsinin ötesinde, direniş ve grup kimliği çalışılabilir. 
  • Örgütsel Psikolojisi Açısından Gezi Parkı Direnişi: Şanlı Gezi Direnişi, örgütsel psikoloji alanındaki kapitalist hegemonyayı ve İK eksenli yaklaşımları eleştirip geliştirmek için muazzam olanaklar sunuyor. Motivasyon ve örgütlenme biçimleri, derinlemesine incelenebilir.
  • Gelişim Psikolojisi Açısından Gezi Parkı Direnişi: Gelişim psikolojisi altında, yaş özellikleriyle direniş ilişkisi ve rol modelleri gibi konular incelenebilir.
  • Çevre Psikolojisi Açısından Gezi Parkı Direnişi: Çevre psikolojisi alanı, insanların çevre dostu/düşmanı tutum, değer, davranış ve bilişlerini psikolojinin sağladığı yöntemlerle inceliyor. Çevre değerleri açısından Gezi Parkı Direnişi hakkında, yavaş yavaş sosyal bilim çalışmaları yapılırken; psikoloji çalışmaları da gerekli. 
  • Evrimsel Psikoloji Açısından Gezi Parkı Direnişi: Diğerlerine göre daha az bilinen ve Türkiye’de çok daha genç olan evrimsel psikoloji alanı, evrim kuramının hayvanlarla ilgili açıklamalarını bir diğer hayvana, yani insana uyguluyor ve bunu yaparken, toplumsal Darwincilik’ten kaçınıyor. Uzun uzun anlatılması gereken bu alan için, şimdilik, yalnızca çalışılabilecek kavramları sıralayalım: Polisle direnişçiler arasında yer işaretleme kavgası, hiyerarşi belirlenimleri, damgalama davranışları vb.
  • Kişilik Psikolojisi Açısından Gezi Parkı Direnişi: Direnişçilik, kişilik özelliği mi yoksa bir süreç değişkeni mi? Bu konuda, kişilik testi geliştirilebilir ya da varolan testlerden bir set oluşturulabilir. Çalışma, deneysel de olabilir, yarı-deneysel de…
  • Adli Psikoloji Açısından Gezi Parkı Direnişi: Şanlı Gezi Direnişi’nin adli psikolojiye büyük katkısı olduğu kuşkusuz. Yasaları mutlak normlar olarak kabul eden adli psikoloji yaklaşımları, Şanlı Gezi Direnişi nedeniyle ter döküyor. Kimin suçlu, kimin katil olduğu birbirine karışıyor.
  • Bilişsel Bilimler Açısından Direniş: Direnişin lidersiz olması dolayısıyla, Şanlı Gezi Direnişi, dağıtık biliş (distributed cognition) modelleriyle incelenebilir.

Sonuç

Bütün bu eleştirilerin ve önerilerin tepkisellik düzeyinde kalmayıp alternatif bir psikolojiye evrilmesi gerekiyor. Akademiden sokağa doğru olan açıklama oku, sokaktan akademiye uzanarak, çift-yönlü bir epistemik trafiğe yol açmalıdır. Şanlı Gezi Direnişi’nden önce muhalif akademisyenlerin yaptığı foruma 20 kişi gelirken, direnişten sonra Taksim’de yapılan akademisyen yürüyüşüne yüzlerce akademisyen katılıyor. Akademinin direnişte bir öncülüğü olmadı. Akademi, fırsatçı sayılabilir. Ama madem alana indi, sokaktan öğrenip akademiye öyle dönmeli. Aynı biçimde, kafadaki kuramla Gezi’yi açıklamaya çalışmak yanında, Gezi’den yeni kuramlar ve modeller çıkarma çabaları yaygınlaştırılmalı. Psikologlar, umutsuz vakalar değil. Direniş, AKP’lileri bile dönüştürüyor; psikologları hayli hayli dönüştürür. Akademik psikologların Nietzsche’nin ‘ters sakatlar’ olarak adlandırdığı (der ki, “bazı insanların eli yoktur, ayağı yoktur, “sakat” deriz; bazıları ise, yalnızca ‘kulak’tan, yalnızca ‘göz’den, yalnızca ‘el’den vb. oluşur. Duyarlar ama göremezler; görürler ama tutamazlar” vb.) darkafalı akademik uzmanlaşma yerine, özgürleştirici ve kapsayıcı bilgi pratiklerine yönelmesi ve yükseltmelerde de bunu dikkate alması gerekiyor. Böylece, direnişe sahip çıkan ve direnişçilerin gücüne güç katan “güçlendirici” (empowering) bir psikolojinin gelişme dinamikleri de ortaya çıkmış olacak. (UBG/HK)

Kaynakça
Ercan, F. ve Korkusuz Kurt, S. (der.) (2011). Metalaşma ve iktidarın baskısındaki üniversite. İstanbul: SAV.
Gezgin, U.B. (2013). Alandan notlar ve öneriler. Bianet, 5 Haziran 2013.
Gezgin, U. B. (2012). Psychology of You 2.0: Psychology of Social Media. Germany: Lambert Publishing.
(*) Bu yazı, 6 Haziran 2013 Perşembe, 19:30, Taksim Gezi Parkı’nda Darüşşafaka Köyü’nde verilen açık dersin notlarından oluşturulmuştur.

Ulaş Başar Gezgin
9 Haziran 2013
Kaynak; bianet.org