Le Monde: “Fransa’nın Mayıs 68 hareketini andıran bir hareket Türkiye sivil toplumunu ele geçirdi” Pınar Selek

Le Monde gazetesinde Pınar Selek’le yapılan söyleşi;

pinar_selek

Türkiye’de demokratik bir devrim mi oluyor?

İstanbul Taksim Meydanı’nda filizlenen direniş hareketi 3 Haziran 2013’de ilk ölülerini verdi. O gün bugündür, 2002’den beri iktidarda olan Recep Tayyip Erdoğan’ın İslami-muhafazakâr yönetimine karşı başlayan isyan tüm ülkeye yayıldı. Bir parkın yıkılmasının tetiklediği kentsel bir ayaklanmanın ötesinde, ekonomik başarılarıyla palazlanan “Türk modeli”etrafındaki uzlaşma sarsılmışa benziyor.

Bu olaylarınasıl yorumlayabiliriz? Arap Baharı’nın yeni bir bölümü mü? Alaturka bir Mayıs 68 hareketi mi? Yoksa « kızgınlar » hareketine benzer bir hareket mi bu? Göstericiler ne talep ediyor? Dini ahlakın dayatılmasına son verilmesini mi? Kemalizm’egeri dönülmesini mi? Yoksa özgürlüklere saygıyı mı?

İstanbul’dan esen direniş rüzgârları 1871 Paris Komün ’ünün seslerini, 1968’in şarkılarını ve Arap Baharı’nın sloganlarını taşıyor. Şahsen ben orada 1999’un Seattle’ındaki alternatif küreselleşmeci hareketin ritimlerini ve 2013’ün Paris’inde eşcinsel evliliğin yasallaşması için yapılan yürüyüşlerdeki haykırışları da duyuyorum.

Türkiye’nin başkentini afallatan şey, sayısal çoğunluktan öte çıkan seslerin çoğulluğudur: feministler, gay lezbiyen militanlar, anarşistler, sanatçılar, anti-kapitalistler ve çevreciler el ele. Gaddarca bir bastırma girişimi karşısında bu hareket, sosyal medya sayesinde, yeni gösteriler ve grevlerle ülkenin diğer kentlerine yayılıyor.

Olan biteni nasıl anlayabiliriz? “Bu, barış sürecine karşı bir müdahale mi? Milliyetçilerin ve Kemalistlerin bir provokasyonu mu ?

”Hayır! Ancak, milli marşının “Korkma!” kelimesiyle başladığı Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşundan beri ülkede hüküm süren bu kaygıyı ciddiye almalıyız.

PKK ile başlatılan diyalog süreciyle birlikte kamusal yaşamda gerginlikler azalmış olmasına rağmen, bu kaygı hissi devam etmektedir. “Derin Devlet” diye bilinen sivil ve asker bürokratların gizli örgütü nüfuzunu yitirmiş olmakla birlikte milliyetçilerin işbirliğiyle ve örneğin Suriye rejimiyle kurulacak uluslararası ittifaklar aracılığıyla yeniden canlanma belirtileri gösteriyor. Yakın bir tarihte Paris’te üç Kürd militanın öldürülmesi, daha birkaç hafta önce Suriye sınırındaki Reyhanlı’da meydana gelen patlama ve Kemalistlerin Gezi hareketin kendilerine mal etmesi bu korku atmosferini beslemektedir. Bununla birlikte, bu korku İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer kentlerin sokaklarında olanları gölgede bırakmamalıdır.

Uzun bir süredir gerginlik ve öfke birikmekte: İstanbul tüm yaşam alanlarına müdahale eden yeni-liberal politikaların ve kentsel dönüşüm projelerinin kurbanı olmuş durumda. Yaşam tarzlarını yaşadıkları mekânlara kazıyan Romanlar kentten kovuldular. Kalmayı başaranlar ise oraya buraya savruldu. Farklı kültürlerin inkârı mekanizmaları baş döndürücü bir boyuta ulaştı. Doğa tahrip edilirken Beyoğlu, Sulukule, Tarlabaşı gibi İstanbul’un kalbini oluşturan mekânlar yeniden düşünülmeye başlandı.

Yirmi ağacı kentsel dönüşüm projesine kurban etme kararı bardağı taşıran son damla oldu. Gezi Parkı’nı yıkıp yerine Osmanlı tarzı bir AVM inşa etmek, İstanbul’un tarihini ve gündelik yaşam dokusunu bir kez daha silmek anlamına geliyor. Söz konusu yirmi ağaç için ve onların etrafında başlayan gençlerin bu direnişi, kenti kurtarmanın bir sembolüne dönüştü. Ancak büyük kitleleri harekete katılmaya iten şey, polisin direnişçileri bastırmak için orantısız şiddete başvurması oldu.

Bu bir “Türk Bahar” mı?

Hayır! Türkiye’yle ilgilenen herkesin çok iyi bildiği gibi, aslında Kürd baharı da olan bu bahar on beş yıl önce başlamıştı. Uzun bir süredir ülke “emsalsiz davalar” etrafında oluşan hareketlerin doğuşuna tanık olmaktadır. Geleneksel çevrelerin dışına çıkan bu protestocular cumhuriyetçi vatandaşlık tanımını sorgulamayı başarıyorlar. Feminist hareket, LGBT hareketi, ordu karşıtları, çevreciler ve gençlik grupları dinamik ve çoklu-örgütlenme biçimleriyle şekillenen bir eylem alanı yarattılar.

Bu heterojen grupları birbirine bağlayan şey, toplumsal ilişkilerin cinsiyet ve etnik köken ile birbiri içine geçmiş yapısında tezahür eden Türk otoriter yönetim sistemidir. Sistemin baskısı bu farklı gruplar arasında bir yakınlaşma, ortaklık ve işbirliği kurulmasına yol açıyor. İstanbul’da Türkiyeli Ermeni gazeteci Hrant Dink’in Ocak 2007’de suikasta kurban gitmesinden bu yana militan pratiklerde bir çeşitlenmeye tanık oluyoruz. Kurulan platformlar ve ağlar fikirlerin, kavramların ve hak taleplerinin yayılmasını kolaylaştırıyor.

Gezi etrafında oluşan bu toplumsal seferberlik, gücünü çoğulluğundan, otonom oluşundan ve yaratıcılığından almaktadır. Bu güç sayesinde de eylem, fırsatçıların eline düşmeden ve kışkırtmalara pirim vermeden devam edecektir. Türkiyeli dostlarım otoriter Türkiye’den farklı bir görüntü sergiliyorlar: toplumsal devrim. On beş yıldır süregelen ve bunca yıllık mücadelede zenginleşen bir Mayıs 68 hareketi bu. Bu nedenle, ben iyimserim.

LGBT hareketinden dört gecedir Taksim’de uyuyan 22 yaşında bir arkadaşım bana kesin bir tavırla şunu ifade etti: “Herkes bizim çok dağınık olduğumuzu düşünüyor. Ama aslında biz çok organizeyiz”.

Tiyatro sanatçısı Şebnem Sönmez’in dediği gibi : “Meydanlarımız, parklarımız, kıyılarımız ve ormanlarımız için buradayız! Bir ağacın bir umut olduğunu birbirimizden öğrendik. Gezi Parkı’nda sadece ağaç ekmedik biz, aynı zamanda demokrasi ve umut da ektik”.

LE MONDE
6 Haziran 2013