Fraksiyon: Direniş ve Özgürlerin Ekonomisi – Olcay Çelik

“Hakikatin tek kuralı ve koşulu vardır, o da onu inşâ etmiş olmaktır.” Gimbatista Vico

Direniş ekonomisinden bahsederken aslında neyi ima ettiğimizi açıkça anlatmamız gerekiyor, zira kavram, bakılan perspektife göre birçok farklı içeriğe ve bağlama işaret edebiliyor. Eğer günlük borsa ve döviz verilerini yorumlayan bir TV yorumcusu ya da ekonomi akademisyeniysek, “direniş ekonomisi” bize 18 günlük direnişin ülke ekonomisini ne kadar zarara uğrattığı ile ilgili analizleri çağrıştıracaktır. İşgüzar bir muhabir ya da ülkenin başbakanıysak, aynı kavramdan bu sefer de bu direnişi kimin finanse ettiği ile ilgili soruları anlayacağız muhtemelen. Bir işadamı için ise, direniş ekonomisi, çoklukla krizi fırsata çevirme ile ilgili stratejilere işaret edecektir. Aslında bu kavrayışların tamamı aynı bakış açısının farklı renkteki filtrelerle resme dökülmüş halleridir. Direniş ekonomisine gerçekten farklı bir perspektiften bakmak için, irade ve arzularını başkalarının emrine vermek zorunda kalmış kitlelerin, yani ücretli emekçilerin yanında durmamız gerekiyor. Bu da bizi direnişin ekonomi-politiği üzerine konuşmaya zorluyor.

Tanıklıklar önemlidir. Zira tanıklıklar, tekil olanın kendini olduğu gibi anlatmasına yardımcı olur ve gerçek benzerliklerin soyutlama ile değil, somutların yan yana durmasıyla açığa çıkmasını sağlar. Dolayısıyla direnişe tanıklıklar açısından baktığımızda ne kaybedilen milyon dolarları, ne gizli güçleri, ne de yeni kâr olanaklarını görürüz. Görülen şey, ekonominin ontolojik unsurlarının, yani her bir somut emeğin, bölüşüme dair daha önce tatmadığı bir deneyimdir.

“Öyle Bir İstanbul Gördük / Sorarlar Bir gün Sorarlar”

Gezi Parkı merkez olmak üzere Harbiye mevkii, Taşkışla’nın sokakları, Tarlabaşı Bulvarı, Gümüşsuyu yokuşları ve elbette Taksim Meydanı, devletin ve sermayenin fiili olarak mevcut olmadığı 11 günlük bir süre boyunca direnişçilerin denetimindeydi. Ben de dâhil birçok insanın daha önce yaşamadığı ancak hepimize bir o kadar da âşina gelen bir şeyler vardı bu mekânda. Öncelikle belki de ilk defa size ait bir mülkte yürüyormuş hissiyle adımlıyordunuz meydanı, sokakları ve parkı. Özgürdünüz. Bir noktadan kalkıp diğer noktaya giderken bunu sadece uygun gördüğünüz, yani istediğiniz için yapıyordunuz. Gerçi önceden de özgürce dolaşabiliyordunuz buralarda – kimse size “nereye hemşerim?” diye çıkışmıyordu ama bu sefer farklıydı işte. Örneğin iş çıkışında trafiğe kalmamak için “özgürce” koşmak zorunda değildiniz. Arabaların altında ezilmemek için “özgürce” kırmızı ışığın yanmasını beklemiyordunuz. Akşam saat geç olduğu için “özgürce” eve dönmek zorunda kalmıyordunuz. Karnınızı doyurmak için cebinizden “özgürce” bir 20 TL ödemenize gerek yoktu. 5 yıldızlı otellerin önünden başınızı “özgürce” öne eğerek geçip gitmek zorunda da değildiniz. Hâsılı, sizi önüne katıp akmak zorunda bırakan bir güç dalgası yoktu sanki artık. İlk defa bir şeylerin nasıl olması gerektiğini siz belirliyormuşsunuz gibiydi ki, sizi o bir hafta boyunca mülk sahibi yapan şey de bu otonomiydi aslında. Herkes bu otonomiye sahip olmuştu bir anda: herkes her şeyin sahibiydi ve aslında hiç kimse hiçbir şeyin sahibi de değildi. Bu da kafanızdaki “mülkiyet” kavramının çok da kolay kavrayamadığınız bir biçimde değişmeye başladığını gösteriyordu. Bireye ait mülkiyetten ortak mülkiyete geçişin bebek adımlarını deneyimliyordunuz.

Anayasal Düzeni Yıkmaya Teşebbüs…

Ekonomi-politik açısından bu otonomi çok önemlidir, zira emek-gücünün ve iradenin kiralanamıyor, dolayısıyla devredilemiyor olması kâr kavramının da buhar olup uçmasına yol açar. Dolayısıyla biyolojik yeniden üretim ilişkileri açısından toplam iradenin evrileceği iki yön kalır: izole bireycilik ya da dayanışma. İlkinde herkes kendisine ait kaynakları kullanırken, ikincisi kaynak kavramı ile mülkiyet kavramı birbiri ile ilişkisiz hale gelir. Rock’n Coke Festivali’nde ilk forma evrilecek ve öyle kalacak olan kalabalık Gezi’de enteresan (!) bir şekilde hızlıca ikincisine yöneldi. Ekonomik karar alma unsurları (bildiğiniz insanlar yani), park dışındaki hayatın itici gücü olduğu vaaz edilen kâr güdüsünü ve izole bireyciliği reddettikleri için karar alma eylemi de dolayısıyla artık bireyi değil, kolektifi ilgilendiren bir mesele haline geldi. Dolayısıyla direnişin ilk günlerinde devletsizliğin ve patronsuzluğun getirdiği “sınırlanmama” halinin, özgürlüğün sadece bir yüzü olduğu kavrandığında yeni hayatın kurulabilmesi ve idamesi için gerekli olan güvenlik, barınma ve gıda ihtiyaçları için işbölümü yapmak ve çalışmak gerekiyordu. Bu görevlere sizi kimse atayamazdı. Siz de kimseyi herhangi bir göreve koşamazdınız. Ne yapılacağına, nasıl yapılacağına, ne ile yapılacağına, ne kadar sürede yapılacağına hep birlikte karar vermek ve verilen kararı da yine hep birlikte uygulamak gerekiyordu.

Başbakan konuyla ilgili olarak; “Gezi Parkı’nda her şey ücretsiz, kaynağı da enteresan” diyerek, alışıldığı üzere iç ve dış mihraklara işaret etmişti.[1] Başbakanın söyleminin açık etmediği nokta, direnişçilerin yeni bir ekonomi-politik deneyimi gerçekleştiriyor olduğuydu. Kaynak aslında değişmemişti: direnişten önce olduğu ve sonrasında da olacağı gibi, her türlü ekonomik değeri yaratan bu kaynak insan emeği idi. Dolayısıyla Gezi Parkı’nı anlamak için sorulan soru yanlıştı. Asıl soru, üretilen değer “neden böyle bölüşülüyor?” olmalıydı.

Muhakkak ki Gezi Direnişi’nde başından sonuna tam bir kolektif üretimden söz edemeyiz. Bu, teknik olarak mümkün değildi. Öncelikle, direniş alttan ve birbiriyle ilişkisiz kanallardan örgütlendiği için, bütünlüklü bir organizmadan ziyade daha küçük anarşist kolektiflerin yan yana durması ile oluşmuştu: pratik sorunlara dair çözümler yerelden (çadır mahalleleri, taraftar grupları, vb.)  gelmişti ve ilk etapta yine bu yerellere dairdi. Yereller arasındaki işbirliği nispeten daha sonra kuruldu. İkinci olarak, yapı nispeten daha bütünlüklü bir işlerlik kazanmaya başladığında bile kolektifi besleyecek, koruyacak ve arıtacak metaların üretimi için gerekli hammaddeler (kuru gıda, şeker, çay, vb.) ve üretim araçları (tencere, servis malzemeleri, gaz maskesi, vb.) bitmiş ürün olarak “dışarıdan” alınmak zorundaydı. Ancak tabii ki bu faktörleri işlemek için, tarih boyunca olduğu gibi başından sonuna, yine emeğe ihtiyaç duyuluyordu. Bu emek nasıl ve hangi ilkeye göre sarf edilecekti? Ayrıca bu emek ile üretilecek olan yeni değerin nasıl paylaşılacağı da düşünülmeliydi. Bunların hiçbiri sorun olmadı. Kimse neyin nasıl yapılması gerektiğini anlatmadı. Hatta bu konuda en ufak bir kuramsal tartışma bile dönmedi. Mübadele ekonomisinin yerini ilk andan itibaren dayanışma ekonomisi almıştı. Dolayısıyla bazıları elinden geldiğince yemek pişirilmesine, dağıtılmasına, çöplerin toplanıp barikatların inşa edilmesine katkıda bulunuyordu. Sonunda ise elde edilen artı-değer (ürünler ve imkânlar), bireylerin katkıda bulunup bulunmadığına bakılmaksızın, herkesle paylaşılıyordu. Böylesine bir kalabalık elbette ki seyyar satıcıların da iştahını kabartıyordu. İlk günler buna engel olunamasa da, sonraki günlerde park mûkimlerinin parktaki her şeyi ücretsiz kılmak adına seyyarları dışarı çıkmaya zorlaması ve son günlere doğru bunu başarabilmiş olmaları, direnişçilerin nasıl bir mikrokozmos kurmaya çalıştığının en açık göstergesiydi. Birçok ağaca asılmış olan “Parktaki her şey ücretsizdir!” tabelaları da yeni ekonomi-politiğin ilkelerinden belki de ilkini dillendiriyordu.

Birçoğu bu kolektif üretime katılmadı elbet. Çekinenler olduğu kadar, böyle bir şeyi fazla romantik bulanlar da oldu. Ayrıca kolektife katılan kesimin tamamının da kuramsal anlamda dört başı mamur bir kolektiflik algısıyla hareket ettiğini söylememiz imkânsız… Ancak zaten dikkate değer olan şey de bu otomatik kolektifleşme pratiğiydi. Bu, çok net bir şekilde insanın kolektif eyleme yatkınlığının ya da ona duyulan arzunun bir göstergesiydi. Park içerisinde kitaptan ilaca, sigaradan içeceğe birçok metaya bilindik anlamıyla “bedelsiz” erişebiliyor olmak ve birçok insanın kendinden daha büyük ancak aynı zamanda kendini aşmayan bir şey için emek sarf ediyor olması, bu pratiğe aşina olmayanlara yapılabilecek belki de en verimli propaganda biçimi oldu diyebiliriz. Bu eğilimi küçümsememek gerekiyor. Zira direnişçiler ülkenin tam göbeğinde, üstelik tüm tahakküm biçimlerinin nesneleşmiş halleri olan cami-kışla-AVM troykasının inşa edilmesi istenen yerin tam ortasına biraz pilav, biraz fasulye, bir-iki bardak da çaydan oluşan, mütevazi de olsa bir emekçi sofrası kurmuş, haberli ya da habersiz, yeni bir komün deneyimi inşa etmeye çalışıyorlardı. Özümüz olduğu iddia edilen homo economicus gitmiş, yerini “herkese ihtiyacı kadar” ilkesi almaya başlamıştı. Üstelik bunu tüm dünya görüyordu!

Yaşanan bu deneyimin anayasayla ilişkisini görmek önemli… Anayasal düzlem mevcut ekonomi-politikten ayrı bir alan değil, tam tersi onunla eşbiçimli bir yapıya sahip. Bugün anayasal düzlemde insanlar, Negri ve Hardt’ın da belirttiği üzere, var olan bireyler olarak değil, sahip olan unsurlar olarak tanımlanıyorlar – tıpkı ekonomik düzlemde olduğu gibi.[2] Burada sahip olmak, en geniş anlamıyla anlaşılmalı: maddî bir mülke sahip olmak/olmamak, belirli bir yeteneğe sahip olmak/olmamak (liyâkat), iyi bir sicile sahip olmak/olmamak, belirli bir yetkiye sahip olmak/olmamak, vb. Bu da sosyal alanda karşı karşıya gelen bireylerin değerlerinin karşılaştırılabilir olmasını sağlıyor. Karşılaştırılabilme de “daha fazla” olana “daha az” olanı ezme şansı sağlıyor.  Daha yüksek fiyatı veren, kamuya ait ihaleleri alabiliyor, yeterli mülke sahip olan mülksüz insanların emek-güçlerini kiralayıp istediği gibi şekillendirme hakkına sahip oluyor. Daha eğitimli olan toplam bütçeden daha yüksek bir payı hak ediyor. Sicili daha temiz olan daha etkin pozisyonlarda görev alabiliyor. Böyle baktığımızda bu “daha” kavrayışını kavram kümesine dâhil etmeyen Gezi Parkı deneyimi -biraz uzun boylu bir yorum olsa da- potansiyel olarak bizatihi anayasal düzlemi tehdit etmeye başlamıştı diyebiliriz. Siyasetin ve bölüşümün insan ile eşya arasında değil, insanlar arasında gerçekleşen bir faaliyet olduğu düşünüldüğünde, efendi arzudan kurtulup kolektif bir hayat inşa etmeye başlayan bir direnişin bedeli bu süre boyunca akamete uğrattığı finansal değerle değil, gelecekte vaat ettiği ortak yaşamın değeri ile ölçülebilir ancak. “Sahip olan” bireyler, yavaş yavaş “var olan” bireylere dönüşmeye başlaması da “daha”yı savunan insanlar için sanılandan çok “daha” maliyetli bir kalkışmadır.

Arzu Tramvayından Özgürlük Travmasına

11 Haziran 2013 sabahı polisin Taksim Meydanı’na saldırması ve işgal etmesi öncesindeki 11 günlük sürecin sonlarına doğru direnişin iç dinamiklerinin hafif de olsa sekteye uğramaya başladığını biliyoruz. Hatta öyle ki, direnişçiler arasında esprili bir şekilde “Polis saldırmasaydı zaten 2-3 güne bu direniş bitecekti” muhabbetleri döndüğüne şahidizdir.

Metin Yeğin ‘Patronsuzlar’ adlı kitabında Brezilya’daki işgal fabrikalarında çalışan bir işçi ile yaptığı röportajlarından birinde sorar; “Patron ile mi çalışmak daha iyi, patronsuz mu?” İşçilerden bazıları; “Patronlu dönem daha iyiydi. Düzen ve disiplin vardı. Öyle herkes her şeye karışamazdı. Toplantı üzerine toplantı yapılmıyordu. Patron ne diyorsa o oluyordu” ya da “Patronla çalışmak daha iyi. Böylece yok genel toplantı, yok üretim toplantısı filan yapmazdık. Bu yüzden bir de Cumartesi, Pazarlarımız gidiyor” şeklinde cevaplar verir.[3] Gezi’de de birçok kişiden duymuşumdur: “Abi, birileri söylesin ne yapmamız gerektiğini de yapalım. Böyle sabaha kadar birbirimizi yiyoruz!” Birilerinin neyi nasıl yapacağımızı söylemesi, şüphesiz önceki hayatlarımızdan kalma bir alışkanlık. Hatta daha fazlası… Arzu ve iradenin ancak ve ancak efendi arzu ve iradesinin yönlendirmesi ile harekete geçebiliyor olması, diğer bir deyişle otonomisini yitirmiş olması varoluşumuzun bu zamandaki gerçeği haline gelmiş durumda. Bu yanıyla özgürlük birçoğumuz için oksijenin yeni doğan bebeğin ciğerini yakması gibi bir doğum travması niteliğinde adeta. Bu açıdan bakıldığında Gezi Direnişi’ndeki sınırlı kolektifleşme ve dayanışma deneyiminin aşıladığı yeni ekonomi-politiğin kitlelere yayılmasının ve sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük engelin maddi kısıtlardan ziyade, ortaya çıkan bu yeni özgürlük ile ne yapacağımızı çok da bilmememizden kaynaklandığı inancındayım.

Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir. Herkesin aynı anda özgürleştiği bir ortamda birey kendininkinin dışında, diğerinin özgürlüğüyle de ne yapacağını bilemiyor. 50 kişilik toplantılarda bile 10. dakikadan sonra bağırış-çağırışların yükselmesi, en basit tartışma kurallarının bile kolayca ihlal edilebiliyor olması, saatler süren tartışmalardan neredeyse hiçbir karar çıkmaması tam da bu ne yapacağını bilemememezlik haline işaret ediyor. Dolayısıyla 11 güne dair temel gereksinimler hızlıca ve umut vaat edici bir şekilde, dayanışma içinde halledilebilirken, biraz daha uzak ve geniş erimli kararlar dayanışma modeline dair umutları sekteye uğratabiliyor. Diğerini bir araç olarak görmeye alışmış özneler kendi egolarını dayatmaktan kendilerini alamıyorlar.

Tabii, varoluşumuzun kesit-zamandaki eğiliminin “efendi arzuya tâbiyet” ya da “küçük arzuları tahakküm altına almak” olması tespitinden “kolektif eylemin insan doğasına aykırı olduğu” sonucunu çıkarmak yanlış olur. Zira bu çıkarım, varoluşun güç ilişkilerinin sosyal ve tarihsel ve dolayısıyla dinamik ve değişime açık yapısını göz ardı eder. Tarih boyunca karşılaşılan amansız hastalıkları ve türümüze ait fiziksel yetersizlikleri kader olarak görmeyen bir bakış açısının, insanın ekonomik ve siyasal davranışlarını değişmez kabul etmesi her şeyden önce bu bakış açısının kendi ilkeleriyle çelişmesi anlamına gelir. Medyamızda bu yeni ekonomi-politiğin insan doğasına aykırı olduğunu çekinmeden dile getiren bir grubun dışında, direnişi “herhangi bir siyasal ve ekonomik bir alternatif üretememekle” suçlayanlar da az değildir. Bu zevata göre, direniş kontrolsüz ve hedefsiz bir yığın hareketi olarak kalmaya yazgılıdır. “Alternatif” kavramından eğer projelendirilmiş ve fizibilitesi yapılmış-bitmiş, finansman ve eylem planı netleştirilip rol dağıtımı yapılmış bir dosyayı anlıyorsak, evet, bu direniş hiçbir şekilde bir alternatif üretmemiştir. Ama eğer kavramın İngilizce kökünün “to alter”, yani “değişmek” olduğunu görebilecek bir göze ve varlığın bir an değil de bir süreç olduğunu kavrayabilecek birikime sahipsek, bu direniş bize yeni bir ekonominin kapılarının zorlanmaya başladığını, o koca kapının bir nebze de olsa hareket etmeye başladığını gösterecektir. Birçoğumuz için rüya olan bir model, kısıtlı bir ölçekte, kısıtlı bir işlerlikle de olsa 11 gün boyunca vücut buldu nihayetinde. Kimse kolay olduğunu söylemedi ama en azından artık bunun “imkânsız” olmadığını biliyoruz.

Beklenen Şarkı

Direnişin yeni bir ekonomi-politiğin nüvelerini taşıdığını söylüyoruz. Peki, gerçekten ne beklemeliyiz? Sol kesim olarak her daim beklentilerimizin zaten çok büyük olduğu ve bir şeyler kazanmaya pek de alışık olmadığımız gerçeğini göz önünde bulundurarak ilk etapta bu hareketten neleri “beklemememiz” gerektiğini sıralamanın daha sağlıklı sonuçlar üreteceğine inanıyorum.

Bu direnişten ücretli-emek ve bölüşüm sistemine darbe vurabilecek eylem biçimlerinden biri olan fabrika işgallerine evrilebilecek bir enerji görmek çok gerçekçi olmaz. Zira bu direniş çoğunlukla özgürlük taleplerinin başlattığı bir orta sınıf hareketi ve bu hareket öznelerinin içerisinde üretken emek sergileyen, dolayısıyla fabrikalarda üretimden gelen gücü kullanabilecek ücretli işçiler azınlıkta. Üretken olmayan emek sergileyen, yani beyaz yakalı diye addettiğimiz ve direnişin yönetici ruhuna daha yakın olan eğitimli kesimin grev ya da iş yavaşlatma tarzı eylemlere kalkışabilmesi de çok olasılık dâhilinde gözükmüyor. Gezi Direnişi’nin birçoğunun ilk direniş eylemi olduğu ve sola eğilimlerinin kuramsal açıdan çok nitelikli olmadığı düşünüldüğünde, bu grubun tepkilerinin bir süre daha kimlik-yaşam alanı özgürlüğü-partiler siyaseti seviyesinde kalacağını öngörmek zor değil. Direnişin 15. gününden sonra yayılmaya başlayan boykot çağrıları elbette değerli. Ancak bunların birçoğunun hedefini şaşırıp sadece hükümet yanlısı grupların boykotuna dönme riski de var. “Sermaye ama iyi” diye bir şey olmadığını, bu talan ve soylulaştırma saldırılarının sermayenin bizatihi iç mantığından türediğinin gösterilmesi gerekiyor. Bu gösterilse bile boykotların ne derece uzun erimli aksiyonlar olacağı konusu şüpheli.

Peki, devrim yürüyüşüne değilse, nereye doğru evrilecek bu potansiyel? Öncelikle teslim etmek gerekir ki, burada bahsettiğimiz “yeni bir ekonomi-politik deneyimi” tespitinin sadece bu konularda düşünmeye ve araştırmaya alışmış sınırlı bir sol sekt grup içindeki tartışmalar olarak kalması riski var. Bu deneyimi devamlı surette hatırlatmak hafızanın canlılığı için önemli. Sonuç olarak bu deneyimden dolaylı bir sonuç beklemek daha mâkul gibi duruyor. Her yerde söylenen ve benim de katıldığım asıl kazanım, kitlelerin politize olmaya başladığı gerçeği, şüphesiz. Direnişi gerçekleştiren orta sınıf, daha doğrusu eğitimli genç nesil artık kendine yeni bir ilgi alanı bulmuş gözüküyor. Bu kuşağın jargonuna “direnmek”, “polis saldırısı”, “kolektif”, “dayanışma”, “isyan”, “devrim” gibi kavramlar hafiften girmeye başladı. Refleksif düşünebilecek şekilde eğitim görmüş bu kuşak, zihnine dolan bu pratiği kuramsız bırakmayacaktır diye tahmin ediyorum. Bu anlamda sol ideayı işleyen yayınlara eğilim artacak ve tartışmalar bu eksene kaymaya başlayacaktır. Sol entelektüellere düşen vazifelerden biri yeni kavram setleri ve fikir sunumları ortaya atmak olabilir.

Bu açıdan Amerikalı marksist ekonomist Richard Wolff’un “Democracy at Work” adlı sosyal hareket projesi (http://www.democracyatwork.info/) iyi bir örnek olabilir. Wolff, Marksist bir ekonominin ve komünist bir alternatifin gereklerini burjuvazinin pek sevdiği kavramlarla yeniden ifade ederek bir sosyal hareket başlatmış görünüyor. Hareketin kabaca argümanı şöyle: “Başkanı, valiyi seçebiliyor, siyasi anlamda temel hak ve özgürlüklerimi oylarımla belirleyebiliyorum. Peki aynı demokrasiye neden işyerinde sahip değilim? Neden işyerinde alınan kararlarda (ne üretilecek, nasıl üretilecek, gelir nasıl dağıtılacak), siyasette olduğu gibi söz sahibi değilim?” Bu projenin amacı kapitalizmi direkt hedef almaktansa patronsuz işyerlerinin avantajlarını anlatmak, dayanışma ekonomisine özendirmek ve daha önemlisi, tamamen işçilerin yönettiği işyerleri arasında dayanışma sağlamak. Amerika’da sayısız “Co-op Companies” (Müşterek İşletmeler) deneyimi var ve bu ağ ile birbirleriyle dayanışmaya başladılar. Orta sınıfın şartları büyük ölçekli şirketlerin işgaline imkân tanımasa da işyerinde demokrasi fikrinin tartışmaya açılması ve KOBİ’iler ölçeğinde rastlanması muhtemel oluşumlara destek verilmesi çok da uzak bir hedef gibi gözükmüyor. Böylece hem demokrasi hem de dayanışma söylemleri üzerinden ekonomiye dokunabilmek mümkün olabilir. Diğer bir deyişle sınıf mücadelesi sömürü üzerinden değil, otonomi üzerinden yürütülebilir.

Diğer bir açıdan, gençlerin yeni somutlanmaya başlayan bu sol pratiği konuşup tartışacakları, hatta onunla yer yer dalga bile geçebilecekleri ve süreçlere aktif olarak katılabilecekleri yeni bir mekân oluşumu faydalı olabilir. Parkları bu açıdan potansiyel alanlar olarak okuyoruz bugünlerde. Sanal dünya dışındaki mekânların kolektifleşmeyi sağlama potansiyellerinin olması çok da anlaşılmaz bir mesele değil. Üreticilerin ve tüketicilerin birbirlerini görmeden, piyasa için üretim yaptığı ve yabancılaşmanın soyut emek üzerinden gerçekleştiği dünyada parklar nispeten birbirimize daha fazla dokunabildiğimiz alanlar olduğu için, emeğin bu soyutluğunu ve mübadelenin yüzsüzlüğünü elimine etme gücüne sahipler. Dolayısıyla parkla forumların dışında yeni bir ekonominin merkezi de olabilirler.

Örgütlenme ve diğer özneler ile ortak iş yapma pratiğine daha fazla sahip gözüken devrimci sol örgütlerin de bu mayayı işlemesi, yeni politikleşmiş bu gençlerin solu “kendi anladıkları gibi” yorumlamalarına fırsat vermeleri gerekiyor. Tabii solcu ablalık ve ağabeylik reflekslerinin ve örgüt yapılarının buna ne derece izin vereceği noktasında büyük şüphelerim var. O yüzden yeni örgütlenme biçimlerinin siyasal partilerden ziyade park ve semt meclislerinde oluşması, gençliğin kendi kimliğini belirleyebilme özgürlüğünü de teminat altına alabilir.

Öteki Emekçiler?

Tüm bu söylenenler elbette sadece ücretli-emekçi kitlesinin direnişe katılmış ve halihazırda rahatsız olan kesimine dair şeyler. Netice itibariyle hükumetin üretim ve tüketim hayatıyla tanıştırdığı ve AKP’nin seçmen tabanı diyebileceğimiz geniş bir grup var. Bu insanlar Cumhuriyet tarihinin kendilerine biçtiği “bidon kafalı” rollerinin dışına AKP ile çıkabildiler ve hükumetin ekonomi politikaları sayesinde istihdama katılarak asgari de olsa bir yaşam standardı yakalamayı başardılar. Ekonomik göstergeler dışında asıl “Türkiye Mucizesi” işte tam da bu kitleyi anlatıyor. Sefalete mâhkum mütedeyyin ve az eğitimli kesim AKP’nin inşaat yatırımları ile istihdam çerçevesine girdi ve kredi kartı borcuyla da olsa tüketimin güzellikleriyle tanıştı.[4] Gezi Direnişi’ne katılmayan ve hatta bu direnişe karşı olan bu kesim, doğal olarak tarih boyunca görmedikleri bu güzellikleri kaybetmek istemiyor ve karşısındaki her kalkışmayı bir tehdit addediyor. Şehirli-eğitimli ücretli-emekçiler “öldük bittik” diye isyan etse bile bu kesim, Nasreddin Hoca’nın dediği gibi “Biraz da biz ölelim!” diyebilir. Dolayısıyla bu kesime “kolektifin güzel yüzünü” anlatmak, hâlihazırda direnişe kalkışmış kitleye anlatmaktan farklı ve korkarım ki çok daha zor olacaktır. Mahalle meclislerinin, park forumlarının bu kesimi kapsayabilecek nitelikte olup olmayacağını birlikte göreceğiz. Ya da topu tekrar “tarihin motoruna” paslayıp her şeyi kökünden sallayabilecek bir ekonomik kriz bekleyeceğiz.

[1] radikal.com.tr  (13 Haziran 2013), “Başbakan Gezi eylemcilerine kızdı: Orası sidik kokuyor”, Radikal,  http://www.radikal.com.tr/politika/basbakan_gezi_eylemcilerine_kizdi_orasi_sidik_kokuyor-1137438

[2] Negri, A & Hardt M. (2009), Commonwealth, p.7, Belknap Press of Harvard University Press

[3] Yeğin, M. (2006), Patronsuzlar, p.83, 85, Versus Kitap Yayınları

[4] Batur, S. (14 Temmuz 2013) “Haziran Ayaklanması’na dair tespitler, öngörüler ve çıkarımlar”,sendika.org,  http://www.sendika.org/2013/07/haziran-ayaklanmasina-dair-tespitler-ongoruler-ve-cikarimlar-sertan-batur/

Olcay Çelik
1 Ağustos 2013
Kaynak; fraksiyon.org