Evrensel: Durmak ya da esas durmak – Alper Bakıner

Taner Timur, 30 Haziran tarihli Evrensel Pazar ekinde şunu yazmış: “‘…demokrasi ve askeri vesayetten kurtulma’  adı altında yürütülen kavga sonucunda varılan nokta, bugünkü, 2002 yılından çok daha anti-demokratik Türkiye oldu. Bu yolculukta, dilimizde ‘faşist’, ‘darbeci’, ‘mafya’ gibi terimler mevcutken, bunların hepsi “ulusalcı” başlığı altında toplandı ve bu kavram liberal jargonda bir karalama aracı haline getirildi. Üstelik bu söylem bir kısım sosyalistler arasında da kabul gördü ve analizlerde kullanıldı. Oysa bu ülkeyi biraz inceleyen herkes bilir ki, ‘ulusalcı’ denilen ve sayıları milyonları aşan toplumsal kategori, aslında, çoğu küçük burjuva kökenli, genellikle demokratik ve antiemperyalist eğilim içinde, devrimci atılımlardan ürkse bile sistematik devrim düşmanı olmayan, laik cumhuriyete bağlı, kısaca ırkçı ve şoven çevrelere itilmek yerine devrimci güçlere kazanılması gereken yurttaşlardan oluşuyor.”

duranadam

Bütünüyle katılmasam da, Gezi’nin çok öncesinden zihnimi meşgul etmeye başlayan, şimdi neredeyse aklımı kaçırtacak bir mevzuda iç ferahlatıcı cümleler. Yan yana direniyoruz, içimizi çok da karartmamak lazım. “Bir devletin hali hazırdaki bayrağıyla aynı safta nasıl duracağız?” diyen dostlarıma aşağı yukarı bunları söylüyorum; kuşkularına da hak vererek bir yandan. Çünkü aynı kuşkular benim de içimi kemiriyor. “Bir devletin hali hazırdaki bayrağı!” Nasıl o devlete karşı direnişin simgelerinden olabilir? Ve o devletin, hali hazırda ülkenin bütün meydanlarında heykeli olan kurucusu?

11 Haziran sabahı polis, neredeyse iki haftadır harika bir komün deneyiminin yaşandığı Taksim meydanına giriyor. Gerekçeyi başbakan açıklıyor: “AKM’nin üzerindeki o paçavraları indireceğiz.” Paçavralar arasında söz konusu bayrak ve kurucunun resmi de var. Öğlene doğru bunu başarıyorlar. Sonra aslında bununla kalabilecekken, her muzafferin refleksi, bayrak dikmek istiyorlar kazandıkları yere. Bilin bakalım hangi bayrak? Bildiniz tabii ki; o günden beri oradan her geçişinizde -yahut orada her “duruş”unuzda- görüyorsunuz. Onlara bu yetmemiş olacak bir de insan resmi asılı. Bilin bakalım kimin resmi? Bildiniz tabii ki; kendimizi bildik bileli onun resmine bakıyoruz.

İşte; kâinatın başka hiçbir zerresinde görülemeyecek böyle tuhaf bir dinamik taşıyor Gezi isyanı.

Bunları irdelemek sosyoloji erbaplarına kalmış. İşleri çok zor olacak.

Benim yapmak istediğim, ellerinde bayraklarla sokağa çıkan, yan yana direndiğimiz kardeşlerimin kulaklarına birkaç derdimi fısıldamak. Meşrebim gereği onları bir yerlere kazanmak niyetinde değilim. Ama hali hazırda Gezi isyanı iletişim kanallarımızı açtığına göre, artık konuşabiliriz. Yalnız önce biraz dışarıdan bakış, izninizle.

Ulusalcılar da kendi içlerinde farklı renklerdeler. Çoğunlukla ordu mensupları ve onların ailelerinde karşılığını bulan militanlaşmış Kemalizm unsurları dışında, kafası fena halde karışık bir topluluk. Aslında öğrenim hayatının ilk günlerinden itibaren –zorla yaptırılan bir yığın saçmalıktan olsa gerek- ciddi bir mesafe koyduğu figürlerle yirmili yaşlarında tekrar tanışmış. “E hadi okul da bitti, iş güç sahibi de olduk olacağız; biraz politik görünmekte fayda var” diye kafasını kaldırdığında karşısına çıkan ilk alternatif bu çünkü. Bu da pek tuhaf bir siyasi akım doğrusu. 90 yıldır kesintisiz iktidarda olmasına karşın kendini muhalefette, hatta mağdur gösterme becerisine sahip. Bu da kafa karışıklığını ikiye katlıyor. Muhalefette olmanın karizmatik bir yanı var ne de olsa. Ama kafa karışıklılarının doğal sonucu şapşallık; bu da karizmayı çiziyor biraz. Bu kardeşlerimizin uyguladıkları ritüellerde pek de ne yaptıklarının farkındaymış görüntüsü vermemeleri buna misaldir.

Duranİnsan eylemlerinin başlamasından iki gün sonra, aynı gün içinde, beni düşüncelere gark eden iki kare.

İlki canlı: Yer Kadıköy iskele meydanı. Bu duranlarda bir tuhaflık var. Biraz fazla mı kıpırtısızlar? Kollar dümdüz aşağı iniyor, eller kaskatı. Gözler sanki önündekine değil de, çok arkalara, uzaklara bakıyor. Gidip “Rahattt!” diye komut veresim geliyor bir an için, vazgeçiyorum. Tam “oluyor böyle, düşünme sen” diye kendimi teskin ederken başımı sağa çevirip baktıkları yere bakıyorum. Ya Rabbi! Olacak şey değil. Heykelin önünde (evet o aynı kişinin heykeli) 13-14 yaşlarında bir çocuk. Yüzünü duranlara dönmüş. Omzundan beline çapraz inen bir kemerde bir bayrak direği taşıyor, iki metrelik bir direk olsa gerek. Direkte hayli büyük bir bayrak. (Evet o bildiğiniz bayrak, polisin AKM’ye astığından). Bu duruş çok tanıdık, askeri merasimlerden. Çocuktan merasim eri yaratmak.

İkincisi bir fotoğraf: Yer Taksim Meydanı. Bu duranlar biraz daha renkli, rahat görünüyorlar. Gerçi sırtlarını görüyorum ama yine de anlaşılıyor. O sırtlarda göz gezdiriyorum yavaştan. Gözüm fotoğrafın kör bir noktasında, sağ alt köşede duruyor. Aman ya Rabbi! O da ne? İki genç kız, yirmi beşin üstünde olduklarını hiç sanmıyorum. Yine kaskatılar, ama bu kez sağ kolları başka bir şey yapıyor. Havada, dirsekten kırılmış, elin ucu kafanın sağ üst köşesinde. Çok tanıdık. Nizami asker selamı. Yine keşke yanlarında olsam da rahatlatsam onları diyorum. Artık koyvereceğim kahkahayı. Fotonun üst kısmına bakıyorum, baktıkları yere. 11 Haziran sabahı polisin astığı bayraklar ve resim.

Kardeşlerim! Duranİnsan eylemi, dünya direniş tarihindeki muazzam yerini almış bulunan, son derece yaratıcı bir pasif eylem biçimi. Durmaktan esas duruş anlamaksa dünya mizah tarihindeki yerini alıyor yavaş yavaş. İşin iç acıtan tarafı, “esas duran”lar bunu komiklik olsun diye yapmıyor. O yüzden şunu bağıra çağıra söylemek istiyorum: Esas duruş bir pasif direniş değil, bir aktif teslim oluş örneğidir. Hem de en hasından. Aktiftir çünkü öykündüğü şeyin ucunda bir namlu vardır ve maazallah siz doldurmasanız şeytan doldurur. Teslim oluştur çünkü öykündüğü şey, her tür iktidarın doğal ve en şişman tamamlayıcısıdır. Her türlü üniformal tek tipleştirmenin tamamen karşısında olduğum için size bir duruş biçimi önerecek değilim. Ve lâkin eller cepte iyiydi be!

“Duran adama karşı duran adam” olacağım diye, duranların bir metre karşısına dikilenler bile “esas duran”lardan çok daha yaratıcıydı. En azından silahlarından azade bir şekilde muhabbet mesafesine geldiler. Niyetleri bu değildi tabii ki. Ama niyet-akıbet sarkacının feleğinin şaştığı şu günlerde ne de güzel olmaz mıydı, işin sonunda el ele tutuşup, parkın birine gidip muhabbete devam etselerdi. Benimkisi hayal işte… neyse…

Kardeşlerim! Simgeler üstünden ortaklaşmak hoştur çoğu vakit. Her bayrağa fersahlarca uzak olan anarşistler bile bir gün kendilerine kapkara bir bayrak seçtiler. Normaldir. Kim olduğunu anlatmak için bir yığın cümle sarf etmek yerine bir şey sallıyorsun elinde, oluyor. Her daim diğer renklere sonsuz bir saygı içinde olundukça mesele yok. Lakin elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, çok acayip değil mi durduğumuz yer? Özgürlük için inatlaşma halinde olunan bir makam var. Karşısındakilerin maşallah kallavi bir kısmı, o makamın resmi simgesini bu inatlaşmanın da simgesi haline getirmiş. Sosyologlara diploma yaktıracak bir muamma. Ki direnişinin kendisinin ürettiği yığınla özgün simge varken.

Bir yazar değilim ama şu klişeyi ben de zikredeyim bir: Yerim dar, o sebepten şimdilik bu kadar. Zaten vaktimiz de bol. Ne de olsa kanallar açıldı, daha çok konuşuruz. Şöyle eskilerden esen alegorik bir final yapayım. Birilerini denize dökmekle övünülmez, arkalarından mavra yapılmaz. Denize düşmüş bir ademoğluna yapılacak şey, elini uzatıp dışarıya çıkarmak, sonra onun bir yol soluklanmasını bekleyip şunu sormaktır: “Kardeşim! İyi misin, var mı bir şeyin?”

Bunları hal yoluna soktuk mu bak nasıl güzelleşir şu âlem.

Alper Bakıner
Müzisyen-Luxus
7 Temmuz 2013
Kaynak; http://www.evrensel.net/news.php?id=61415