Cumhuriyet: Direnmek ruhu iyileştirir

Bu aralar “Gezi Ruhu” kelimesi düşmüyor ağızlardan. Anlatılmak istenen malum; dayanışma, isyan, paylaşma, umut… Peki bu ruhuortaya çıkaran insanların psikolojileri hakkında neler söylenebilir?

eylemci

Önce şiddet gördük, kızdık, korktuk; haklı olduğunusavunduğumuz şeyler için sokağa döküldük, sesimizi duyurduğumuz içinrahatladık; çoğaldık umutlandık; paylaştık, dayanıştık, “aynı” olmasak da yan yana durdukça birbirimize daha çok güvendik; hükümetintavrını gördükçe şaşırdık; polisin vahşetine öfkelendik; “hiç” olmadığımızı görüp sağaldık; geleceğimize sahip çıktıkça umutlandık… Gezi Direnişi boyunca öyle çok duyguyu bir arada yaşadık ki yazmakla bitmeyecek. Öyleyse gelin işi uzmanına bırakalım, “Gezi ruhu”nu İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji bölümü öğretim üyesi, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi kurucu üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Murat Paker anlatıyor.

- Gezi Direnişi’ne katılanların yaşadıklarını paylaştıkları Psiko-Diren sohbetlerini düzenlemeye nasıl, neden karar verdiniz?

- Yüzbinlerce insan olağanüstü birkaç hafta yaşadı, ciddi bir polis şiddetine maruz kalındı. Bir sürü psikolog, psikiyatrist, terapist de direnişteydi. Bu kadar büyük sosyal olay haliyle bizi olumlu-olumsuz etkiliyor. İnsanlar geniş yelpazede duygular yaşıyor. Siyasi mücadelede duygulara pek yer verilmez, ama terapistler, duyguları paylaşmanın önemli bir güçlülük olduğunu bilir. Dolayısıyla direnişteki psikologlar olarak nasıl etkilendik, ne tür duygular yaşadık, olumlu olumsuz nasıl baş ettik, bundan sonra ne olabilir’i konuşmanın hayat direncimizi ve esnekliğimizi artıracağı düşüncesiyle Psiko-Diren yani “Psikoloji de direniyor” anlamına gelen bu sohbetleri başlattık. Siyasi tahliller yerine “ben” ne hissettim, yaşadım düzeyinde içimizi yoklamayı ve bunu bir kollektif içerisinde yapabilmeyi amaçlıyoruz. Şimdiye kadar iki toplantı düzenledik ve ihtiyaç oldukça devam ettireceğiz.

- Direnişin bize yaşattığı duygular ne yönde, “ben”i nasıl etkiledi sizce?

- Yüzbinlerin katıldığı böylesine bir sosyopolitik eylem sürecinde olanların çoğunun olumlu etkilendiğini söyleyebiliriz. Dünyada daha önce yaşanmış deneyimlerden çıkan sonuçlar da bu yönde. Böylesi bir aktivizme katılanlar, önceki hayatlarına kıyas kabul etmeyecek derecede eylemlilik, yapabilirlilik durumuna geçiyorlar. Kendilerini aşan bir dava, amaç için başka insanlarla dayanışıyorlar. Parkta mutfak, kütüphane, revir oluşturma gibi bir anda örgütlenebilen insanların yaratıcılıklarını sergiledikleri müthiş dayanışmacı anlar ortaya çıktı. Bunlar insanlara “Ben bir hiç değilim”, “Bir şey yapabiliyorum”, “Başkalarıyla birlikte bir şey yapabiliyorum, çaresiz, umutsuz değilim” duygusu verdi. Eyleyebilirlik, öznellik kapasitesini arttırmasıyla bir tür doğal antidepresan rolü görüyor aktivizm. Travmalarla baş etmenin çok önemli mekanizmalarından biri olarak aktivizm öteden beri travma literatüründe zikredilirdi. Bu süreçte insanlar eskisinden daha güçlenmiş hissetti. Tabii şiddete doğrudan maruz kalmış ya da yakınlarının tehdit altında olduğunu hissetmiş insanlarda daha travmatik bazı şikâyetler görülebilir. Ama eylemlerin haftalarca devam etmesi katılanların küçük bir azınlığında olumsuzluk yaşandığını gösteriyor. Bunlar da genellikle zamanla, sosyal dayanışmayla büyük ölçüde bertaraf olabilen zorluklardır. Daha da küçük bir azınlıkta olumsuz etkiler daha şiddetli olabilir, o zaman profesyonel destek almak gerekebilir.

- Peki biraz daha başa gidelim. Türkiye’de gelişmiş bir biat kültürü olduğundan yakındık hep. Ama Gezi Direnişi’yle örgütsüz binlerce insan plansızca sokağa döküldü. Bu eylemler nasıl bir psikolojinin ürünü, nasıl bir kırılma yaşandı sizce?

- Herhalde ilk kırılan 12 Eylül’le atılan ölü toprağı oldu. Korku duvarları aşıldı. 12 Eylül’ün apolitizasyon katmanı bayağı yırtıldı. Niye şimdi sorusuna yanıt vermek için derinlemesine inceleme yapılmalı. Ama gözlemlerime göre birkaç değişken var. Biri, küresel ısınma, ekolojik felaketlere gidiyor olmamız, dünyada ve Türkiye’de giderek daha fazla insanı bu konuya kulak kabartmaya itiyor, ekolojik bilinç uyanıyor. Haliyle, son yıllarda hükümetin HES’ler, madenler, kentsel dönüşüm, 3. köprü, 3. havaalanı, kanal-İstanbul gibi projelerle kent ve doğa talanında epey mesafe alması tepki biriktiriyor. Gezi Parkı yüzde yüz haksız bir proje, Topçu Kışlası yapılmasına, AKP amigoluğunu bir tarafa bırakırsak, çocuğunun parka ihtiyacı olacağı için herkes karşı çıkar. İkinci neden, tabii ki devlet terörü, polis şiddeti. Böyle bir talebe, barışçıl eyleme yapılanlar sigortaları attırdı. Adaletsizlik duygusu yarattı ve dur demek, yalnız bırakmamak için sokağa çıkıldı. Üçüncüsü, hükümetin, başta başbakan olmak üzere çapulcu, ayyaş gibi aşağılayıcı söylemlerinin ve hayat tarzı müdahalelerinin biriktirdiği öfke taştı. Daha dış çeperde ulusalcı bir hassasiyetin de olduğundan bahsedilebilir ama, Gezi Direnişi’nin hiçbir aşamasında belirleyici olmadı bu damar. Kürtler 12 Eylül’ü çoktan aşmışlardı, ama Türkiye’nin ortasında ve batısında 12 Eylül ilk defa Gezi direnişi sayesinde aşıldı, 33 yıl sonra.

- Türkiye’de polisle bu kadar muhatap olunan eylem yoktur herhalde; TOMA’ların önüne yatmak, polislere çiçek vermek, sevgi zincirleri… Bunda 80’lerin sonunda doğmuş gençlerin yaratıcılığı ve orta sınıfın yüksek özgüven duygusu etkili sanırım.

- Orta sınıf kapitalizmin geldiği noktada artık eski statüsünde, umut düzeyinde değil. Yukarılara tırmanma ihtimalleri kısıtlandı. Esnek iş düzeni, güvencesizlik yaygınlaştı. Orta sınıf da yeni bir tür proleterleşme sürecinde. Diğer sınıflara göre eğitim düzeyi çok daha yüksek ve iletişim teknolojileriyle haşır neşir olduğundan bu insanlar, dünyada ne oluyor, nerede ne tür deneyimler yaşanıyor, daha fazla biliyor… Bir de şu var, herhangi bir sol örgütlülük geçmişiniz varsa bu işin belli formatı vardır ve polisle ilişkinin, siyasi mücadelenin tarihten gelen belli kodları bulunur. İlk defa eyleme katılanların hem avantajları hem dezavantajları, naif bir şekilde ortaya çıkmaları, “Polis öyle mi davranır, işkence görür müyüm” gibi hesapları yoktu. Bu çocuksulukları devletin şiddetiyle ilk defa karşılaştıklarında bir kırılganlık yaşatsa da, en güçlü yanları da. Devletin, polisin ezberini bozdu, ama devlet eski sistemine dönmek istiyor, çünkü o güç, kapışma, gaz, mermi üzerinden varlık gösterebiliyor. Başka dil bilmiyor.

- Şimdiye kadar polisi seven ya da en azından nötr bir duyguyla yaklaşan pek çok insan nefret beslemeye başladı. 

- Bunun tek sorumlusu, polisin kendisi. Bunu incelemeliler. Polis bu devlet düzeninde güvenlik teşkilatı olarak yer almıştı, ama şimdi toplumun büyükçe kesiminde güvensizlik nedeni olarak algılanıyor. İşgalci bir güç gibi algılanmak, nefret edilmek, yabancı görülmek herhalde onların da hoşuna gitmiyordur. Düşünebiliyor musunuz, iki hafta Taksim ve Gezi Parkı’nda polis yokken hiçbir güvenlik olayı olmadı. Ne zaman ki polis geliyor, olay oluyor. İnsanlar o zaman polis niye var, diye soruyor tabi.

- Aslında Gezi eylemlerinde farklı kimlikten insanlar büyük oranda yan yana durmayı başarabildi. Empati duygumuz da arttı anlaşılan…

- Bazı şeyler doğrudan yaşayınca ancak anlaşılıyor. Umuyorum ki, Gezi Direnişi’nde devletin, polisin çıplak şiddetiyle karşılaşanlar dar çevrelerinden çıkıp öteki saydıkları, kendilerinden uzak başka toplumsal kesimlerin neler yaşadıklarına dair samimi merak, empati, yakın bir duruş geliştirebilirler. Buradaki en kritik şey, eşitlik ve eşdeğerlilik yani değişik toplumsal talepler ve bunları dile getirenler arasında hiyerarşi gözetilmemesi. Diğer yandan tekil hassasiyetler sadece bir mesele olduğunu anlamamıza yardımcı olabilir, herkesi içine alabilecek, tutarlı bir sosyal, siyasi zemin kurabilmeliyiz. Bunun uğraşmaya değebilecek bir gelecek ihtimali olduğunu Gezi’de gördük. Tam da böylesi bir dertle bugünlerde başlatılan “Adalete ve Saygıya Çağrı” imza kampanyası, farklı kesimlerden demokratları biraraya getirip, mağdur edilen farklı toplumsal kesimlerin taleplerinin eşitlik zemininde birlikte savunulması gerektiğine işaret ediyor.

Esra Açıkgöz
21 Temmuz 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; radikal.com.tr