Cumhuriyet: Anne ben insan mıyım?

İstanbul Bienali kapılarını açtı. Ancak tartışılmaya çok önceden başlanmıştı: “Gezi’den sonra bienal anlamsızlaştı”, “Kentsel dönüşüm, şirket destekli etkinlikle tartışılamaz”… Biz de protestoların sahibi Kamusal Direniş Platformu’yla bienali ve kentsel dönüşümü konuştuk.

bienal

İstanbul Bienali, bu sene kentsel dönüşümü ve kamusal alanı tartışmaya açadursun, Gezi Direnişi bunu günlerdir yapıyor. Parklardaki forumlar, polisin saldırılarına rağmen sokakların terk edilmeyişi kamusal alanlara sahip çıkıldığının göstergesi. Buna Direniş boyunca gösterilen yaratıcılık da eklenince sanat camiasında bu sene bienalin anlamsızlaştığı konuşulur oldu. Daha da ötesi, bienalin kentsel dönüşüm, soylulaştırma gibi hareketleri pekiştirdiğine dair eleştiriler de mevcut. Kamusal Direniş Platformu bu eleştirileri eylemlere de döktü, döküyor. Peki ama bienalle dertleri ne? Neyi amaçlıyorlar? Kentsel dönüşümde sanatın rolü ne? Bunları ve dahasını platformda yer alan Kent Hareketleri’nden Cihan Uzunçarşılı Baysal, Karşı Sanat’tan Feyyaz Yaman ve Kamusal Sanat Laboratuvarı’ndan Niyazi Selçuk’la konuştuk.

- “Anne Ben Barbar mıyım?” sorusuyla yola çıkıp kamusal alanı, kentsel dönüşümü işleyen Bienale itirazınız neden?

Feyyaz Yaman: Küresel sermaye çok hareketli, yerel unsurlara sızıyor ve büyüme politikasını kentsel dönüşüm projeleriyle çok vahşice gerçekleştiriyor. Kültür-sanat politikaları bunun direkt programlama yöntemi oldu. Çünkü sermaye kültürel engelleri aşarak ülkelere eklemlenebiliyor. Bu, tek kutuplu dünyanın stratejisi olarak artık her yerde konuşulan kurallardan. Ancak sermaye kültür politikalarıyla bunları çok üstü örtük ve gündelik hayata yedirerek yapıyor. Biz, sanatçılar, entelektüeller olarak bu yoksullaştırma sürecinde kendimizi mağdur olarak görüyoruz. Dolayısıyla bu konuda kültür ortamında karşıt görüş üretiyor, onların dilini kullanarak karşı refleks geliştiriyor, sorunu görünür kılıyoruz. Arkasında bankaların, sermayenin aktörlerinin olduğu sanat destekçilerinin açtığı alanlarda bunların konuşulmasının çelişkilerini gün yüzüne çıkarıyoruz.
Cihan Baysal: Aslında mesele şu ya da bu Bienal’e, konularına karşı çıkmak değil, kentin kullanım değerinin değişim değerine feda edilişiyle kenti ve kentsel yaşamı metalaştıran tüm ulusal ve uluslararası etkinliklere karşı çıkmak. Küresel kentin finans, inşaat ve emlak sektörlerinden beslenen ulusal sermayenin kentin pazarlanmasını kolaylaştıracak etkinliklere sahip çıkması son derece tutarlı ve mantıklı. Bienal de, sanatı bu amaca yönelik araçsallaştıran şık bir ambalaj. Sponsoru Eczacıbaşı Kartal’ın kentsel dönüşümünde, Zekeriyaköy’ün yeşilinin villalaştırılmasında, Kanyon AVM’de karşımızda. Koç Grubu son yıllarda kurduğu emlak yatırım ve gayrimenkul şirketleriyle gündemde, kentsel dönüşüm alanı Esenyurt’ta Garanti Koza’nın lüks inşaatları var… Bienal’in girdiği mekânlarda yarattığı soylulaştırma da cabası.

 Gezi bu sisteme bir yanıt oldu…

- İstanbul büyük “dönüşüm” yaşıyor; “yeni” İstanbul’da kentin şu anki aktörlerinden çoğuna yer yok, üstelik yerinden edilenlerin halkası her geçen gün genişliyor…

C. Baysal: İstanbul’u ciddi bir kentsel aparteid bekliyor, ırk ve etnik olmasa da sosyo-ekonomik temelli bir aparteid. Merkezi ve yerel iktidarların kenti markalaştırma hırsları, kenti tehlikeli biçimde sosyo-mekânsal olarak ayrıştırıyor. Bu maalesef küresel bir gidişat, “körelme” demeli belki de çünkü iktidarı, muhalefeti fark etmeden kentleri markalaştırma derdindeler. BM Konut Hakkı Raportörü Rolnik boşuna isyan etmiyor, küresel kent takıntıları yoksulları gettolara mahkûm ediyor, diye. Tehlikeli bir geleceğe yol alıyoruz. Sağlıklı ve emniyetli yaşam ve iş alanları, ödenebilinir koşullarda ev sahipliği veya kiracılık, daha çok yeşil alan, yayaların kenti, altyapısı tamamlanmış, trafiği çözümlenmiş, kadın ve çocuk dostu… kısaca yaşayanlara yönelik bir kent yerine iktidarlar marka kentler için çalışıyor. Merkezi küresel turizm, üst gelir grupları, küresel şirketlerin CEO’ları işgal ederken, yoksullar, emekçiler ve alt gelir grupları kentin çeperlerine atılıyor, TOKİ silolarında başta konut hakkı olmak üzere insan hakları ihlalleriyle dolu yaşamlara mahkûm oluyorlar. Gezi, bir zamanlar en çok evsizlere ev sahipliği yaparken, çevredeki yoksul mahallelerinden anne ve çocukların parkıyken kullanılmadığı öne sürülüyordu ama bal gibi de kullanılıyordu. Tüketemeyeni yok sayan bir sistemdeyiz; Gezi direnişi hiç kuşkusuz bu gidişata da yanıt oldu.

- Bienal, olimpiyatlar gibi etkinliklerin dönüşümdeki rolü ne?

C. Baysal: Bienaller, mega etkinlikler ve Olimpiyatlar kentleri markalaştırmanın araçları. Olimpiyat kentlerindeki hazırlık ve altyapı inşaatları oyunlardan ziyade kentin şeklini ve imajını değiştirerek, kenti dünya kamuoyunun ilgi alanına koyabilecek pahalı ve gösterişli projelerle pazarlamaya bahane oluyor. Bu projeler için yer, alt gelir grupları mahallelerine, kentin kamusal mekânlarına, yeşil alanlarına el konularak açılıyor. Yıkımlar ve zorla tahliyeler sürecin kirli/kanlı yüzü… Burada durup düşünmemiz gereken nokta siyasi muhalefetin cehaleti. Afet dönüşümünü Anayasa Mahkemesi’ne götüren öte yandan mahallelerin başına birer afet gibi inecek Olimpiyat’a ana muhalefet de dahil nerdeyse tüm siyasi aktörlerin desteği, cehalet anca bu kadar dedirtiyor!

- Bu dönüşümle kamusal alan da tekrar tanımlanıyor. Nasıl bir kamusal alan sunuyor bu “dönüşüm” insanlara ya da sunuyor mu?

Niyazi Selçuk: Bizde kamu devletinmiş gibi algılanıyor. KİT’lerin bu kadar rahat özelleştirilmesi, özelleştirmenin bu coğrafyada bu kadar rahat yapılması bundan. Sırada insanların evini elinden alıp, yeniden yapıp satmak var. Bunu da Torba Yasalar’la insanlara dayatarak, “Evin sağlıksız, depreme dayanıklı değil” diyerek aslında devletin sağlaması gereken barınma hakkını şirketlere peşkeş çekerek yapıyorlar.

C. Baysal: Ünlü sosyolog Sharon Zukin’in çok güzel bir sözü var: “Kapuçino ile pasifize oluyoruz”. Neoliberal kentsel düzen kamusal alanları yani buluşma, rastlaşma, gösteri, şenlik, nümayiş, protesto… mekânlarımızı ticarileştirerek, kavşaklaştırarak, özelleştirerek elimizden alıyor. AVM’leşerek tüketim mekânlarına dönüşen bu alanlar böylece ehlileştiriliyor. Bizler de kapuçino ile ehlileşiyoruz. “Sokakları yok et, kalabalıkları yok et” neoliberal yönetimlerin düsturu. Kamusal alanlar daralırken demokrasi de yara alıyor; öteki ile buluşma, temas; protesto alanlarımız elimizden alındıkça demokrasiyi nerelerde inşa edeceğiz?

Kamusal alan denince aklımıza AVM’den başka bir şey gelmeyecek yakında. Buralarda ne tür insanlara dönüşeceğimizi tahmine de gerek yok; tüketim tapınaklarının sadık tüketicileri bir mağazadan öbürüne koşarak yaşamlarını da tüketen egosantrik bireyler! Harvey’in sözleriyle, paranın demokrasisi insanların demokrasisini ele geçiriyor.

- Haziran’dan beri Gezi Direnişi’yle daha tartışılır oldu kamusal alan. Şimdiye kadar ellerinden parkları, kaldırımları alınanlar yeniden bu alanları talep ederken, mevcut olanları da hayatın bir parçası haline getirdi. Üstelik de müthiş bir yaratıcılıkla. Herkes Gezi Direnişi varken bienale ne gerek var diyor hatta.

N. Selçuk: Bence Gezi’deki barikatların muhteşem enstalasyon hali, bir iş makinesinin pembeye boyanması; hepsi kendi başına bir sanat eseriydi ve herkes sanat yapabilir’i gösterdi. Sanat birilerinin bir yere tıktığı, birilerini özel kıldığı için yapabildiği bir şey değildir. Sanat yaşamın kendisidir.

F. Yaman: Sermayenin sanatı, estetiği kendi alanları içinden konuşulabilir alanlara çekme çabaları artık çıkmaza girdi. Bienal ne kadar kamusal alana açılma ihtiyacını duysa da ancak kamusallığı tartışmaya açabilecek bir etkiyi üretebiliyor. Biz artık devletle çatışmayı illa onun belirlediği alanlarda gerçekleştirmekten çok gündelik hayatın içerisine sanatı sokup, orada sanatçı duyarlılığını, yaratıcılığını, dönüştürücülüğünü gösterecek sanat formları üretmeye çalışıyoruz. Şu anda toplumun hiçbir kesiminin sisteme güveni yok. Çünkü sistem sermaye büyümesi konusunda o kadar kriz ve çaresizlik içinde ki, kendi kendini yemeye başladı. Gezi’deki “Kahrolsun bağzı şeyler” sloganının soldan daha geniş alana taşınması da bundan.

C. Baysal: Gezi bizlere başka bir dünyanın mümkünatının kapılarını araladı. Direniş ve itirazlar senelerdir kentin her yerine dağılmıştı, ama Gezi’de bütünleştiler. Gezi’den sonra, forumlarla kentin her mahallesinde kamusallık yeniden inşa edildi. Gezi’nin en önemli etkisi yarattığı umut, özgüven ve kamusallık. Kent Hakkı mücadelesinin tüm kentlilerce sahiplenilmesi. Sorun elbette 3-5 ağaç değildi ama velev ki 3-5 ağaç olsun, kentliye danışılmadan o 3-5 ağaca el uzatamayacağını iktidar gördü. Bugün hemen her kesim yaşam alanlarına, kentlerine sahip çıkma yolunda, yaşam alanlarını kendi arzuları ve talepleri doğrultusunda şekillendirmeye niyetliyse, sokaklara, meydanlara inmekten korkmuyorsa bu Gezi’nin gücünden.

Esra Açıkgöz
22 Eylül 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız;cumhuriyet.com.tr