BirGün: ‘Camiye deniz gözlükleri ile girdiler!’ – Şerife Ceren Uysal

Gezi Parkı direnişi birçok özgünlüğüyle toplumsal mücadele tarihi içerisindeki yerini aldı. Eylemcilerin Taksim’in dört bir yanına kurulu polis barikatlarını aşarak Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nı doldurdukları gün o yer çoktan hak edilmişti. Bugün o tarih üzerinden bir aydan fazla zaman geçti ve ortaya çıkan bütünlüklü mücadele özgün ve zengin bir deneyimle birlikte hala devam ediyor. Bu deneyimler, geçmiş deneyim ve bilgilerle karşılaştırılarak, harmanlanarak ama titizlikle tartışılmaya muhtaç. Yoksa daha Park’a girmenin şaşkınlığını üzerimizden atamamışken kurulan ve her gün üzerine yeni fikirler eklenen kolektif yaşamı, duvar yazılarıyla dışa vurulan politik mizah yeteneğini, kadın örgütlenmelerinin müdahalesi ile alanda etkisi birkaç günde hissedilebilen dönüşümü, duran insanları, günlük yaşamın bir parçası haline gelen forumları ve nihayetinde “Diren Lice” sloganının anlamını kavramamız mümkün olmayacak. Bu örnekler rastgele sıralandığında dahi Taksim’in etrafındaki polis barikatlarıyla beraber yıllardır bilincimizde yer etmiş barikatların da yıkıldığını düşünmeden edemiyor insan. Başka türlü TOMA önlerinde gururla gülümseyen yüz ifadeleri nasıl açıklanabilir?

gokhan-bicici

Gezi Direnişi, bu sürece ilişkin kalem oynatmak isteyenlere de büyük bir katkı yaptı. Artık süreçte yaşanan hak ihlalleri üzerine yazı yazmak niyetindeki bir hukukçu, uzun örnekler vererek, nasıl ikna edici olabileceği üzerine kafa yormak zorunda değil. Zira bu kez her şey tüm toplumun gözleri önünde yaşandı. İnsanlar, Gezi Parkı polis tarafından talan edilirken, ertesi gün gazetelerde “suç delillerinin” sıralanacağını biliyorlardı. İlk müdahale anından itibaren “bir avuç marjinal” söylemine hazırlıklıydılar. Aslında bu süreçte yıllardır bu coğrafyada ne yaşanıyorsa o yaşandı. Değişen sadece hukuksuz müdahalenin ve beraberinde gelişen polis ve gözaltı terörünün uygulandığı kesimin genişliğiydi. Deyim yerindeyse bu coğrafyada eylemlerde yerlerde sürünerek yakalanmak, haksız gözaltı işlemine maruz kalmak, sebepsiz yere tutukluluğa sevk edilmek vb. bugüne dek Kürtlerin, devrimcilerin, sınıf mücadelesi içerisinde yer alan işçi ve emekçilerin tekelindeyken, bir anda bu tekel kırılmış oldu. Haliyle hukuk devleti, bağımsız yargı gibi geçmiş ezberlerin de bu tekelle birlikte kırılması hiç de şaşırtıcı değil.

Gerçekten Gezi süreci birçok yeni yarattı; ancak sürece karşı devletin konumlanışı ve yaşanan ihlallerin yeni olmadığı ortada. Yazının ilerleyen aşamalarında kısaca değinilecek bu örnekler, genel devlet ve yargı pratiğini ifade etmekte. Daha birkaç ay önce 1 Mayıs’ta başından gaz kapsülü ile vurulan Dilan hakkında da terör örgütü üyesi olduğu yönünde açıklamalar yapılmıştı. Son yılların hiçbir manipülasyonu faiz lobisi yaratıcılığına ulaşamamışsa da mesela ‘dış mihraklar’ ya da ‘birkaç marjinal’ bu coğrafyadan hiç eksik edilmedi. Özcesi Gezi sürecinde bir hukuk skandalı yaşandığını düşünmek mümkün değil zira bu süreçte yaşanan yargının geleneksel pratiğiydi.

Halkı kin ve nefrete teşvik etme suçunun şüphelileri:

Seyyar satıcılar

Tüm süreçte İstanbul’da gözaltına alınan 900′ü aşkın kişi arasında 3 kişinin durumu, yargı pratiğinin bir özeti niteliğinde. Bu 3 kişiden biri seyyar satıcı, diğer ikisi toptancı. Meydana yapılan müdahale sırasında, tam da sevkiyat anında göz altına alınmışlar. Savcılık tarafından halkı kin ve nefrete teşvik ettikleri şüphesi ve tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildiler. Savcılık bu suçu baret satarak işledikleri kanaatindeydi. Serbest piyasa ekonomisinin kurallarını anlatmak ve söz konusu suçun yasada tanımlanmış unsurlarını saymak dışında savunmanın yapabileceği bir iş kalmamıştı. Gerçekten hakime, eskiden su satan seyyar satıcıların bir şişe sudan elde ettikleri kar ile baretten elde ettikleri kar arasındaki fark anlatıldı. Hala kapitalizmin kurallarının geçerli olduğu hatırlanmış olacak ki mahkemeden serbest bırakıldılar.

Halkı ‘onlar ve bizler’ şeklinde kategorilendiren bir başbakanın ülkesinde nefret suçunun delilinin baret olması da doğal. ÇHD operasyonunda Ubuntu programını kullanmanın örgüt üyeliği delili olabileceğini öğrenmiştik, puşiye ceza kesilebileceğini de biliyorduk. Bu durumda baret ziyadesiyle nefret suçu zanlısı olabilir, deniz gözlükleri de hayli hayli devlet büyüklerini aşağılamak maksadıyla kullanılabilir. Tüm manavlar limon sattıkları için gözaltına alınabilir ve eczaneler süreç içerisindeki Talcid ve Rennie satışları üzerinden denetlenebilir.

Yine bu süreçte henüz gözaltı işlemi süren, Adliye’ye getirilmemiş ve hatta gözaltından bir gece önce salıverilmiş kişilerin Savcılık tarafından Mahkeme’ye sevk edildiğine şahit olduk. Sevkler açıklandığında bildirilen isimlerin yarısı o sırada haklarında işlem yapılan kişiler arasında yoktu. Bu “teknik” hata düzeltildi ama ertesi gün bu kişilerin işlemleri başladığında bir gün önce yanlışlıkla tutuklamaya sevk edilenlerin hepsi bu kez gerçekten tutuklamaya sevk edildi.

Birçok örnekte hukuksuzluk, daha doğrusu hukuk sisteminin artık özü olmuş keyfilik yakalama işleminden başladı. Gerçekten “yanlışlıkla yakalanan ama bir gece tutuluveren” insanlar ve hatta çocuklar da vardı. Biz hukukçuların dahi dilinde yakalama ile gözaltı kararı eş anlamlıymış gibi kullanıldığı yerde yanlışlıkla yakalananların rutin gözaltı işlemine tabi tutulmuş olmaları doğal. Zira hukuk pratiği içerisinde yakalama sonrası alınması gereken gözaltı kararı uzun yıllardır bir formaliteden ibaret. Bu şekilde gözaltına alınanlardan birisi bir çocuk işçiydi. Çocuk savcılık beyanına göre SDP binası ile komşu olan başka bir binada bulunan evinden gözaltına alınmıştı. Polisler önce SDP binasının arka tarafına geçmek için çocuğun evini kullanmış, ardından da giderken onu da yanlarında götürüvermişlerdi. Bu çocuğun derdini anlatıp serbest kalması için bir geceyi çocuk şubede geçirmesi gerekti.

Savunma söylemine Gezi katkısı

Gezi süreciyle birlikte savunma makamı olarak kendi söylemimizi yeniden ele almanın bir ihtiyaç olduğunu da tanımlamak gerekiyor. Bugüne dek siyasi ve felsefi tartışmaların başlığı olan kent hakkı, direnme hakkı gibi kavramlar bu süreçle birlikte savunmanın temel dayanakları arasında yerini almak zorunda. Bu kavramların tarihsel anlamı ve süreç içerisinde kazandıkları yeni anlamlar başka bir yazının konusu ama bugün için en azından bu notu düşmekte fayda var. Bu süreçte kurulacak dil çok önemli. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının açıkça ihlal edildiği yerde, polisin orantısız güç kullanımından söz etmek yerine, salt bu haksız müdahaleye vurgu yapmak gerekiyor. Bir hakkın keyfi gaspı söz konusuyken, müdahalenin orantılı ya da orantısız olması hiçbir önem taşımıyor. Aynı şekilde hukuk alanındaki skandallar denildiğinde, olağan yargı pratiğinin özüne sirayet etmiş olanı aklamak riski ile karşı karşıya olunduğunu görmek gerekiyor. Zira bu skandallardan büyük Adalet Sarayları içerisinde hemen her gün yaşanıyor.

Şerife Ceren Uysal (ÇHD İstanbul Şube Yöneticisi, Avukat)
7 Temmuz 2013
Kaynak; birgun.net