Radikal: Birlikte yaşama iradesi anayasa için önemli

Anayasa hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ile ‘Gezi’ öncesi ve sonrası yeni anayasa sancılarını konuştuk. Kaboğlu, “Başbakan gerilimi düşürürse belki ortam yumuşarsa ‘Anayasa istiyoruz’ talebi yükselir” dedi.

İbrahimKabaoglu

Türkiye uzunca bir müddetir yeni anayasasını yapmaya çalışıyor. Aynı esnada Türkiye de değişiyor. Prof. Dr. İbrahim Ö. Kaboğlu’yla, Gezi Parkı çevresinde büyüyen halk hareketi öncesi ve sonrasında yeni anayasayı konuştuk. 2003-2005 arasında Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanlığı yapan Kaboğlu’yla ikinci bir başlığımız daha vardı. Kurulun macerası, belli bir insan hakları bakış açısını gösterdiği kadar, o dönem neredeyse infial yaratan Azınlık Raporu’nun muhteviyatı, anayasa yapma sürecinde fazlasıyla güncel. Martta çıkan ‘Hangi İnsan Hakları’ (İmge Yayınları) bu kurul dönemini belgelendiren bir kitap.

Gezi Parkı’ndan yayılan halk hareketi, sizce anayasaya dair beklentilerde değişiklik yarattı mı? Nasıl okuyorsunuz yaşananları?

Bu gösteriler ve tepkiler üzerinden, toplum düzleminde anayasa lehine bir yakınlaşma okuyorum. Siyasal zeminde ise bir ay öncesine göre uzaklaşma var. Bu çatışmacı dil ve Başbakan’ın söylemi devam ederse anayasayı uzunca süre unutmamız sonucunu da doğurabilir. Öbür yandan birbirine çok farklı bakan grupların aynı caddede kavgasız gürültüsüz yürüyebilmeleri bir sosyal kazanımdır. Bu da anayasa yoluyla çözmeyi amaçladığımız sorunların çözümünü kolaylaştıracaktır diye düşünüyorum. Toplumun farklı kesimlerinin birbirlerine katlanma şeklinde değil, bir tür birlikte yaşama iradesini göstermeleri anayasa açısından çok önemli. Anayasaya, hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı metin olarak, özgürlük tekniği olarak baktığımızda iki boyutlu kazanım söz konusu.

Şöyle çelişkili bir tablo var önümüzde anayasayla ilgili: Toplumsal talep daha güçlü, siyasi irade daha zayıf. Bir yandan daha güçlendiğini öngördüğünüz toplumsal talepler, hükümetin anayasa planını hiç değiştirmedi. Başkanlık sistemi hâlâ duruyor örneğin. Buradan ne çıkar?

Evet tablo çelişkili. Şunu da eklemek gerekir: 21. yüzyıl anayasacılığında giderek belirginleşen eğilim bakımından, Gezi Parkı’nı sahiplenmek önemlidir. Bu, doğayı, çevreyi sahiplenmek demektir; insanlar demokratik bir rejim ve kentte kendilerini ifade edebilecekleri mekânların açık tutulmasını talep ediyor. Anayasayı kim yapmalıdır konusunda başından beri var olan çelişkiler dursa da bunlar önemli. Ne var ki, Türkiye şu anda bu kısırdöngünün aşılması değil derinleşmesi yönünde ilerliyor. Sayın Başbakan’ın polisleri kahramanlık payesiyle taltif etmesi, ölüme neden olan polisin serbest bırakılması sonucunu doğurdu. Bu ayrıştırmayı derinleştirir. Oysa İstanbul’da üst düzey emniyet görevlilerinin görüşü bu değil. Özetle şunu söylüyorlar: İstanbul, İstanbul Emniyet Müdürü’nün inisiyatifine bırakılsaydı süreç baştan kan akıtılmadan yönetilirdi. Bunlar, kişiye özgü başkanlık rejiminin tehlikelerinin göstergesi değil mi?

Bunu parçası olduğunuz Gezi Parkı Müdahalesine Karşı Hukuki İzleme Grubu’nun çalışmalarından dolayı mı biliyorsunuz?

Hayır, bu kişisel ilişkilerimden edindiğim bir bilgi. İzleme grubu, henüz bilgi ve belge toplama aşamasında. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bırakılsaydı, Gezi Parkı’na o ilk müdahale olmayacaktı. Haliyle sonrası da yaşanmayacaktı. Edindiğim bu bilgi, Başbakan’ın Erzurum’da “Emri ben verdim” açıklamasıyla da örtüşüyor. Bundan sonrasını sormuştunuz. Başbakan gerilimi tırmandırma konusunda bir tür yemin etmiş yaklaşımını sonlandırır ve belki ortam biraz yumuşarsa, ‘Anayasa istiyoruz’ diye bir talep yükselebilir. Bu belki hükümetin iktidarını kalıcı kılmak için her farklı sesi sindirme, marjinalize etme taktiğini de kırabilir.

Nereye varır bilmiyorum ama park forumlarında anayasa da konuşuluyor.

İşte bu çok önemli.

Cemil Çiçek’in deyişiyle güneşler battı, bir ara Abdullah Gül “Üzgünüm, olmuyor” dedi. Sonra yine olabilir gibi bir ihtimal belirdi. Az önce anayasayı kim yapmalıdır konusunda başından beri var olan çelişkilerden söz ettiniz. Nedir onlar?

19 Eylül 2011 günü Meclis Başkanı bizleri yeni anayasayı hangi yollarla yapabileceğimizi görüşmek için çağırdığında, iki görüş ortaya çıkmıştı. Bir, siyasal baskıların dışında, liderlerin nefeslerini enselerinde hissetmeyen ama yine seçilmiş üyelerden oluşan bir Anayasa Meclisi yazsın. TBMM ise görevine devam ederken, ne kadar antidemokratik, özgürlükleri ihlal eden hükümler varsa, onları ayıklasın. Terörle Mücadele Kanunu’ndan, Siyasal Partiler Kanunu’na kadar gerekli değişiklikleri yaparak yeni anayasanın yolunu hazırlasın. İkinci görüş de bu meclisin anayasayı yapabileceğiydi. İkincisi hâkim geldi. Oradan ayrılırken “Sayın Başkan, kolay gelsin ama bu bizi yeni anayasaya değil, ancak yeni bir anayasa değişikliğine götürür” dedim.

Bu Meclis’e bu denli güvenmenin ardında ne var?

Meclis üyelerinin çağdışı bir egemenlik anlayışı var. Seçilmiş olma olgusu Türkiye’de her şeyi yapabilme yeteneği veren bir süreç olarak kabul ediliyor. 1924 Anayasası’ndan sonra hep böyle oldu. Meclis bu egemenlik anlayışıyla, anayasanın 60 yıl sonra da uygulanacağını unutarak “Ben seçildim, ben yaparım” diyor. Öte yandan biz öğretim üyeleri, uzmanlık alanlarımızı unutarak siyasal eğilimlerimize göre söylem üretebiliyoruz. O gün toplantıda hiç sorgulamadan, “Evet, bu Meclis yeni anayasa yapabilir” diyen meslektaşlarım için diyorum. Başbakan ‘başkanlık rejimi’ deyince hemen gerekçelerini bulmaya çalışan meslektaşlar için konuşuyorum. Onlar, egemenlik anlayışı sorunlu milletvekillerinden daha sorunlu ve riskli görünüyorlar.

2004’e dair şöyle sahneler var. İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun hayata geçişi, önce AB normlarına yaklaşma hevesi, sonra kurulun maddi ve manevi anlamda ‘mobbing’e varacak biçimde işlevsizleştirilmesi… Hazırladığınız İnsan Hakları Raporu’nun göz ardı edilişi, Azınlık Raporu’nunsa (Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu) bilakis yeri yerinden oynatışı, kameralar önünde yırtılışı ve nihayet Baskın Oran’la yargılanmanız. Bunların hepsi aslında bir rapor değil mi, bahar aylarında kitaplaştırdığınız bu tecrübe bizatihi bir belge sayılmaz mı?

Çok güzel özet. Bu bir bakış açısı, bir insan hakları politikasıydı. Bütün olarak değerlendirilmesi bence de daha gerçekçi. Kişisel açıdan değil, ülkenin insan hakları yaklaşımını görmek için.

Uzlaşı olmasa da o zaman infial yaratan Türkiyelilik, kimlik gibi birçok kavram daha rahat konuşuluyor. ‘Biz bunları daha 2004’te tartışmaya açmıştık’ diye içten içe kızıyor musunuz?

Kişisel öfkeden çok üzüntüm var. Ülkem için hüzün duyuyorum. Rapor sonrası, bize küfredenler, hakaret edenler, açtığımız davalar, reddedilenler, tam 21 dava konusu olmuş.

Ceza alan oldu mu?

Sadece raporu yırtan aldı. O da ertelendi, sadece tazminat ödedi. Politikacılar, gazeteciler, diğer küfredenler aklandı. Yargıçlarımız ‘Madem rapor hazırladılar, eleştiriyi hakettiler, bunu sindirmeliler’ gibi bir yaklaşım benimsedi.

Son yaşadıklarımızı hesaba katınca, hem o insan hakları, hem de kimlik perspektifinden bugün ne kadar uzağız?

Çok üzgünüm ama 2004’te yazdığımız İnsan Hakları Raporu’nda işaret edilen soruların daha gerisinde bugün Türkiye. Kimlik meselesinin tartışılıyor olması bir kazanım; en azından bunları söyleyenler adliye koridorlarına sevk edilmiyorlar.

‘Zibidi’ denmiyor belki!

Evet, Türkiyelilikten bahsedene ‘zibidi’ denmiyor, “Annelerine babalarına kim olduklarını bir sorsunlar” gibi cümleler kurulmuyor. Buna rağmen toplumda kimlik, yurttaşlık tanımı konularında kafalar hâlâ çok karışık.

‘Kürt Açılımı’ kimi yasal düzenlemelerle idare edebildi ama ‘süreç’ anayasal güvence olmadan sürekli kılınabilir mi?

Kuşkusuz yeni anayasa ama koşullar örneğin 2015’e kadar yeni anayasa yapamamamızı getirecekse yasalarda esaslı değişiklik önemli. Yüzde 10 seçim barajı gibi. Bir tür anayasa içi restorasyon yapalım, bir yol temizliği. Anayasada tıkandık diyorsak, o zaman altyapısını kuralım, iki yıl sonrasına hazırlanalım.

Açılım zamanı olabilir, çözüm sürecine bağlı reformlar düşünülürken, anayasa hazırlanırken, İnsan Hakları Raporu’nuzu yahut Azınlık Raporu’nu fikir almak için hükümet üyelerinden birileri gizli gizli okumuş olabilir mi?

İktidar tarafında eski ya da yeni hükümet üyelerinin, milletvekillerinin yüz yüze görüşmelerimizde takdirlerini beyan etmiş olmaları ama ekran önünde kesinlikle susmalarını dikkate aldığımızda, ‘gizli okuma’ sözü yerine oturuyor galiba.

Bunu ne zaman itiraf ettiler?

Rapordan sonraki yıllardadır. Mücadelenin takdire şayan olduğu, bize haksızlık yapıldığı dile getirildi. Ama yüz yüze ilişkilerde. O yüzden mümkündür, kesinlikle bir ara bakılmıştır.

1980’lerin sonu, Diyarbakır…

Sizin 1980’lerde Diyarbakır’da yaşadığınız, Dicle Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesi’nin kuruluşunda bulunduğunuz pek bilinmiyor galiba. Siz nasıl hatırlıyorsunuz o günleri?

Bunu sorunca bellek bobini hızlıca geçmişe sardı. 1983’tü gittiğimde. Her yerde askerler, derslerimizin basılması, insan haklarına kuşkuyla bakış, lokantalardan kovulmamız… O zamanlar üzerine neden fazla konuşmuyorum? Çünkü yaşadığımız döneme kolay ayak uyduruyoruz. Öğretim üyeleri, gazeteciler, herkes. O dönem üniversitelerden atılanlar aslında siviller yüzünden atıldı. İnsan haklarına dair ilk uyarıları ben meslektaşlarımdan aldım. Mesela Diyarbakır’a gitmeden önce Bolu’da yaptığım sınavın sorularının Kocaeli Donanma Komutanlığı’na gitmesi, soruşturma açılması, ceza almam siviller tarafından kotarıldı. Diyarbakır’da geçirdiğim o yıllar sıkıntılar yanında, yoğun bir deneyim kazandırdı. Üniversitenin 25. kuruluş yıldönümü için Diyarbakır’a davet ettiklerinde duydum. Bir öğrencime bir hafta işkence yapılmış, benim hakkımda bilgi almak için. Bir hafta direniyor çocuk. Sene 1987.

Pınar Öğünç
1 Temmuz 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; radikal.com.tr