Birikim: Gezi Direnişi, Bir Yanımız Bahar Bahçe – Tanıl Bora

“Ağaç, aslında hayatı savunmak anlamına gelir. Taşa, bronza rağmen ağacın, ahşabın yanında durmak hayatı kutsamak gibi bir şey olmuştur” İskender Savaşır nasıl yalın ve güzel hatırlattı ağaç imgesinin kadim kuvvetini.(1) İki ağaç, yeterince mühimdir. Beri yandan sadece iki ağaç da değildi mesele. Taksim Gezi Parkı’ndaki inşaat projesine karşı çıkıp oranın park olarak kalması için harekete geçenler, sadece yeşili değil şehrin ortak alanlarını kurtarmayı istiyorlardı. Kentsel ortak alanların yitimiyle ilgili endişeleri, fidan dikim istatistikleriyle gidermek mümkün değildir. Bütün dünyada sermaye ve iktidarlar, kentsel ortak mekânları ticarileştirmeye, kamusal alanları özelleştirmeye, fakirleri, mülksüzleri, sadece onları değil müşteri kimliği dışındaki kamusal varlığıyla herkesi oralardan sürmeye azmetmiş durumda. Sermaye döngüsünü işletmenin icapları ile asayiş kaygıları, bu “proje”lerde, toplamda kentsel dönüşüm master planında, ittifak halindedir.

Bu durumda, Taksim Gezi Parkı direnişinin kamu malına verdiği zarardan söz edip duranlar, -ki çoğu, cana gelenden hiç söz etmeyenlerdir- kentsel ortak alanları ortadan kaldırmanın kamu malına zarar vermenin dik âlâsı olduğunu düşünmüyorlar. Ya da, kamu malından ortak varlıkları değil, sadece parasallaşmış malı ve eşyayı anlıyorlar. Şehirlerimizin mekânlarını serbestçe toplaşılmaz hale getirmek, her yeri betonlaştırıp AVM’leştirmek kamu malına zarar vermek değil mi? “Kamu malına zarar vermeyin!” ihtarı, asıl Taksim-Gezi Direnişinin sloganı olabilir.

‘Ortak alan’ yerine ‘müşterek alan’ demek daha doğru. Alanların ortak kullanımını sağlamanın bir koşulu olarak etkin katılımı, yani iştirak etmeyi içeriyor çünkü bu kelime.(2) Gezi Parkı’na yerleşenler, iştirak halinde, müşterek varlıklara sahip çıktılar. Gezi Parkı’nın polis marifetiyle insansızlaştırılmasından birkaç gün sonra Abbasağa ve diğer parklara taşınan kitlesel buluşmalar, bu iştirakçi iradenin sürdürülmesiydi. İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in ve başka şehirlerin sokaklarında günlerce süren direnişin bir cephesinde de, şehrin sokaklarında serbest olma talebi ve zevki yok muydu?

huseyin-turk

Hüseyin Türk

İktidar entelektüellerinin bu büyük olaya attıkları çatık kaşlı nazar, elinizdeki dosyadaki iki yazıda etraflıca ele alınıyor. On yıllardır kendi maruz kaldıkları global komplo teoremlerine dört elle sarılmaktan ar etmediler. Arap Baharı benzetmesini savuşturmaya çalışan dizi dizi “stratejik düşünce” imalathanesinden, serin kanlı bir global mukayeseye gönül indiren bir pâre akıl çıkmadı. O aklı, bu dosyada Yavuz Yıldırım’ın yazısı veriyor. Büyük sermayenin devlet himayesinde müşterek servete el koymasına isyan eden Wall Street İşgal hareketi (Occupy Wall Street),(3) diktatörlük rejimine isyan eden Kahire Tahrir Meydanı ayaklanmasından ilham almıştı. Küfür gibi, mazlumlar da tek millettir; baharları müşterektir. Şimdi, dünyanın birçok yerinde, Taksim-Gezi Direnişinin ilham kaynağı olduğunu görüyoruz. Brezilya’da adalet ve eşitlik talebine odaklanan halk isyanı Türkiye’ye de selam ediyor ve uluslararası medyada Türkiye’deki isyanla aynı bağlamda konu ediliyor. Bir tarafta bu ilhamdan duyulacak gurur vardır, diğer tarafta ekonomik büyüklük ve tehditkâr “bölge gücü” edalarıyla kapılınan “Büyük Türkiye” gururu. İkisi bambaşka ahlâklardır.

Muhalefetin bütün hatlarını bir çöp adam kompozisyonunda bir araya getiren Ergenekoncu-Kemalist ve marjinal-terörist-kötü solcu karikatürlerini çizmeye adadıkları ilimleriyle iktidar entelektüelleri, AKP’nin hegemonya stratejisinin tedarikçileridirler. Hegemonyanın Türkçesi “herkesi kucaklamak”tır; “kucaklayamadığını gaza boğmak” diye özetleyebiliriz bu stratejiyi. İçerilmekle düşmanlaştırılmak arasında bir üçüncü yol yoktur.

İktidarın ve entelektüellerinin kaşları, sadece muktedir öfkesinden, siyasi tehdit algısından değil, karşısındaki şen mizahtan ötürü de çatıldı. İroni öfkelendirir. Kaba güç, huşunet, mizahın ve ince zekânın yumuşak gücü’ne çarptığında moral üstünlüğü kaybeder – basbayağı rezil olur.

Genç mizahın ve zekânın tezahürlerini hayranlıkla izlerken, kaş çatılacak densizliklere de tanık olunduğu doğrudur. Doğru, ergen zevzekliği de, belden aşağı küfürler de karışmıştır bu Haziran günlerine. Dahası, ‘centilmenliği’ ihlâl etmeyen haliyle mizahın ve zekânın yüceltilmesinin, bir genç narsisizmini, bir şehirli seçkinciliğini beslemesinden geri durmak gerekir. “Karnını kaşıyan adam”, “bidon kafa” vesair terimlerle bildiğimiz kültürel ırkçılığın, “dil bilen okumuş çocuklar” güzellemesiyle, mefhum-u muhalifi üzerinden yeniden üretilmesini ister miyiz?

Ama dikkat… Küfür ve ‘çirkinliğe’ meyledenleri bundan alıkoymaya çabalayan, olmadı, o gibi duvar yazılarını bizzat silen bir irade harekette hep baskındı. Şehirli orta sınıflar adına üretilen seçkinciliğin işaretlerine bakacak olduğumuzda ise, bunu hareketin kendisinde göremeyiz. Başlangıçta hayasızca görmezden geldiği bu olaya sonradan hevesle eğilen merkez medyanın sunumunda görebiliriz ancak o işaretleri; hareketin gençliğini, neşesini, enerjisini, mizahını, zekâsını onlar kendi narsisizmlerine yakıt yapmak istemişlerdir. En önemlisi, hoyrat “ergen” laflarından incinen muhafazakârların, bütün bunların kesif tazyikli su ve zehirli gaz bombardımanı altında cereyan ettiğini çok kolay unutmalarıdır.(4) Bu rezil muameleye ince mizahla kafa tutanların sadece zekâsına değil yüksek ahlâkına da saygı duyarsınız. Küfrü koyuverenleri de işitmezlikten gelmek, en azından bütün bu gürültü içinden o küfürleri ayıklamaya kalkışmamak, rezilliğe ortak olmamanın ilk icabı olsa gerektir. Ayrıca Yücel Kayıran’ın bu sayıdaki yazısı, küfür-kıyametin politik kültürün dönüşümüyle ilgili başka bir yanını düşündürüyor bize.

Olayın çekirdeğinde, şehrin ortak alanlarını yitirmeme, onları müşterek kılma mücadelesi vardı, dedik. Bu çekirdeği saran gövdenin ve hareketin, polis şiddetinin tahrikiyle oluştuğunu, polis şiddetinin kesintisiz devam etmesiyle büyüdüğünü söylemek herhalde yanlış olmaz.(5) Amirlerinin “Çevik kuvvetimizin kahraman evlatları! Çanakkale Destanı’ndan sonra ikinci destanı sizler yazıyorsunuz” mesajıyla(6) göstericilerin üzerine sürülen, halka 130 bin fişek biber gazı sıkarak iki senelik stoklarını tüketip “bizim vergilerimizle” 100-150 bin yeni fişek ithal etmek için bütçede tadilat isteyen (olmazsa örtülü ödenekten karşılanacakmış)(7) polisin şiddet ve celâli, evet, hayatında Gezi Parkı’nı duymamış, evet, belki hayatında bir saksı çiçeğine alâkayla bakmamış insanları bile isyan ettirmeye yeterdi. Ahmet İnsel’in olayların ilk günlerinde söylediği gibi, bir haysiyet ayaklanması idi bu. Olaya tarihî bir önem kazandıran ve bu arada Kürt hareketinin ‘derdinin’ de ‘bir miktar’ sezilmesini sağlayan yanı budur.

Savunmasız insanlara tekme atarken, durup duran bir genç kızın saçını çekerken görüntülenen iki ayrı polis memurunun “Bu ben miyim?” diye hayrete düştüğüne dair haberler okuduk.(8) Doğru, tekmeyi atan, saçı çeken onlar değildir bir bakıma. Aygıt onların zembereğini öyle kurmuştur; polis, devletin ve iktidarın polisidir. Başbakan, iki haftayı aşkın süre sonra yine şiddetli bir polis müdahalesiyle olaya noktalı virgül konmasının ardından, polisin müdahale gücünün artırılacağını söyledi. İktidarın her ‘meseleyi’ polisiye bir mesele olarak görmesi, her hasmı kriminalize etmesi, polisi namütenahi ‘güçlendirir’ zaten. Polis devleti, polisiye zihniyetin devletidir.

huseyin-turk2

Hüseyin Türk

Sadece polisin fizikî şiddeti değil, keyfî kitlesel gözaltılar, avukatların avukatlık hukukunu hekimlerin hekimlik hukukunu ihlâl eden tecavüzler, sosyal medya ortamını terörize etmeye dönük yasal dayanağı şüpheli kovuşturmalar,(9) vatandaşların her hal ve hareketini izlemeye dönük bir kontrol iştahının belirtisi olan uygulamalar ve yasal hazırlıklar… bir polis devletinin, otoriter bir rejimin alâmetleridir. Teknik olarak ne ad verilirse verilsin, böyle bir rejimin kurumlaşmasından endişe duyanlar, epeydir, paranoid ulusalcılardan ibaret değildir. Taksim direnişinin ‘karşılanma’ biçimi, bu yönde, iktidarın “faiz lobisi”, “dış mihraklar”, “Ergenekon komplosu” türü vehimleriyle kıyaslanmayacak somutlukta bir delil dosyası oluşturmuştur.

Haysiyet isyanının nedeni, sadece polis şiddeti değildi. Çok söylendi: ‘Doğru’ ahlâk telkinine dönük muhafazakâr yasal düzenlemeler, asıl önemlisi Başbakanın bunların hükmüyle ilgili çarpan etkisi yaratan horlayıcı konuşmaları, azarları ve ‘ayarları’ insanların haysiyet duygularına dokundu. 1933′te Kadro dergisi yazarı Mehmet Tahir Hayrettin “ayarlı millet” tabirini kullanmıştı.(10) Kadrocu Kemalistlerin bu tabirde ifadesini bulan ülküsü, her şeyin planla tanzim edildiği bir toplumdu. Tayyip Erdoğan’ın ayarlı millet ülküsünde, belli ki aynı zamanda millete sürekli ‘ayar vermek’ vardır!

İnsanlara reşit vatandaşlar değil de korunmaya muhtaç sabilermişçesine, vesayet edilecek eksik akıllılarmışçasına, zapturapta alınacak düşük ahlaklılarmışçasına muamele eden bu müstekbir tavrın, herkesten çok gençleri çileden çıkarmasına kim şaşırır? 2013 Haziran isyanı, gençlerin rüşd isyanı olarak da bilinecek. Sadece en tepedeki peder-şaha değil, yer yer sol ve muhalif siyasi yapıların ağabeyciliğine de, hanedeki otoriteye de meydan okuyan bu isyanın,(11) paternalist politik ve toplumsal kültürü aşındıracak bir yatak eğimine oturmasını umalım.

Her genç isyan gibi, hamlıkları, aşırılıkları yok mudur? Heyecanın, tazeliğin, enerjinin atık maddesi sayarsınız. Gözünü bunlara dikerek ihtiyar bir hınç üreten somurtuk kanaat mühendisleri ve anlayışlı müdür muavini üslubuyla rehber öğretmen tavrı arasında salınan hoşgörü esnafı ise, sosyal muhafazakârlığın kalesini tahkime çalışırlar.

Memnuniyetsizliklerin, mağduriyetlerin, tepkilerin, öfkelerin biraradalığından söz ediliyor sıkça; bir negatif ittifaktan söz ediliyor. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı -sanki özgüvenle gizli özeleştiri arasında kararsız bir ironiyle-, birbiriyle yan yana gelmesi tasavvur edilemeyecek politik tavırların bu isyanda birleşmesini, AKP iktidarının başarısı olarak zikretti. Muhafazakâr düşünce küpçüleri, bütün sokaktakileri “ulusalcı-Ergenekoncu” çuvalına tıktılar. Başbakan, “teröristbaşı” ile Atatürk’ün fotoğraflarının yan yana durduğunu defalarca işleyerek, ananevi sağcı taktiğiyle, bu yelpaze genişliğini teröristler-hainler aralığına sıkıştırmaya çalıştı. (Gerçi “Bıji serok Atatürk” diye duvar yazısı da görmüştük!)

Evet, her nevi solcular, ulusalcılar, yer yer MHP’liler, onların yanı sıra “AKP’ye oy vermiş olanlar” vardılar orada. “Temsilî” katılımla ilgili “sıkıntı yaşanmakla” beraber, çok sayıda münferit Kürt vardı. Kültürel ve sosyal hoşnutsuzluklar yanında, politik nefretlerle ortalığa dökülenler vardı. Orta sınıf sahnenin berisinde, nicedir sıkıyönetim altında olan mahallelerinde, nicedir süregelen direnişlerini büyütenler vardı.(12) Herhalde en büyük sektörü, tam olarak bunlardan hiçbiri olmayanlar, daha doğrusu yerleşik parti-hareket flamalarının hiçbirini tutmayanlar oluşturuyordu. Harekete gücünü ve dayanıklılığını kazandıran da o kitleydi.

Haziran isyanının en etkileyici yanlarından biri, kâh direniş, yardımlaşma, kâh beraber eğlenmeyle süren bu kitlesel hemhal oluş içinde, farklılar-benzemezler arasında gerçekleşen etkileşimdir. Sakın idilleştirmemeli bunu: Tahammülsüzlükler, yanı başındaki gruba düşmanca bakmayı sürdürenler yine çoktu. Özellikle “Beyaz Türk” muhitlerinde, sadece kendi gibilerle yürüyen, başka yerlerdekileri de kendi gibi bilmeyi isteyenler çoktu. Bir yandan Kürtlerin ‘gelmeyişine’ dokundurulurken, Kürtler kendi renkleri, bayrakları, sloganlarıyla görünür olunca onlara saldırılabildiğini gördük… Zaten ‘toplam’ öfkenin rahatlıkla anti-Kürt hınca ve “barış süreci” ne karşı milliyetçi reaksiyona da transfer edilebilmesi, protesto dalgasının en tekinsiz veçhesini oluşturuyor. “Taksim Cumhuriyeti”nin, Gezi protestolarının demokratik enerjisiyle “barış süreci” arasında bir bağ kurulabilmesi, tarihî bir önem arz ediyor. Lice cinayeti protestosu, işte bunun için, göz yaşartıcı değerdedir.

Fakat bunların yanında, birçok yerde, farklıların-benzemezlerin birbiriyle konuşabilmesinin, öteki taraftan bakınca nasıl görüldüğünü anlamasının ve önemsemesinin, birbirine ayıp etmemeye çalışmasının, kısacası dönüşmeye açılmasının tecrübeleri de oluştu. “Düşmanımın düşmanı dostumdur” ahlâksızlığıyla tüketilmemesini ummak isteyeceğimiz tecrübelerdir bunlar.

Bağdat Caddesi’nde, Tunalı (Tornalı) Hilmi’de, Gündoğdu Meydanı’nda cumhuriyet mitingleri havasının esmeye devam ettiğini düşünenleri doğrulayacak ‘resimler’ yok değildir. Evet, katılımda “Beyaz Türk” payı az değildir. Ancak 2007′nin cumhuriyet mitingi resimleri ile 2013 Haziran’ının resimleri arasındaki farklar da görmezden gelinecek gibi değildir. Haziran isyanı, Beyaz Türklerin, Kemalistlerin, ulusalcıların, – nasıl tabir ederseniz-, ordusuz, sivil muhalefeti tecrübe etmeleri bakımından önemli bir eşik olmamış mıdır? Son birkaç yılın ulusalcı-Kemalist sivil eylemlerinde berdevam olan devletlû (devletin esas sahibi olma iddiasını yansıtan) tonun zayıfladığı, vatandaş özgürlüğü talebinin öne çıktığı bir eşik.(13) Yine abartmadan, bir bitişin, bir kopuşun ilamını vermeden, bu değişim işaretlerini ciddiye almak gerekir.

adem-erkocak

Adem Erkoçak

John Holloway, beton bloklar arasındaki küçük balkonunda inadına çiçek büyüten ihtiyarı, yok yoksul halleriyle beraber güzel şarkı söylemek için koro kuran insanları da devrimciler kadrosuna yazar. Can pahasına militan mücadele yürütenlerle, dünyanın halihazır halinden duyduğu memnuniyetsizlikle kendi halinde bir şeyler yapmaya çalışan ‘basit insanlar’ arasındaki bağlantıları güçlendirmek gerektiği fikrindedir. Gerçek radikallik, herkesi en keskin eyleme zorlamak değil, en küçük direnişleri, en mütevazı katkıları içerebilmektir.(14) Marx’ın “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesini, toplumsal muhalefet hareketinin kendi içinde gerçekleştirmek yani.

Haziran hareketinin insanların gönlünü kanatlandıran yanı, dolma sarıp getiren ev kadınıyla, anti-gaz sarf malzemesi alımı için para gönderen beyaz yakalıyla, yara sarmaya koşan gönüllü hekimle, dükkânını açan esnafla TOMA’nın üzerine yürüyenler arasında kurduğu köprülerdir. Trafik bilgisinde, İstanbul Boğaz köprüleri için de başvurulan “köprüler tuzağı” deyimi var biliyorsunuz; bir yere kurulan bir köprü mutlaka yenilerinin de yapılmasına yol açar. Köprüler doğurgandır yani. Umut o ki, Haziran hareketinin kurduğu köprüler de doğurgandır.

Tahrir ayaklanmasını anlatan on kısa filmden oluşan 18 Gün’deki hikâyelerden biri, yönetmen Ahmed Alaa’nın Eşref Seberto’sudur. Eşref Seberto başarısızlık duygusuyla kendini koyvermiş, hayatını idare edemeyen bir berberdir. Kendine saygısını yitirmiştir. Eşi onu terk etmeye karar vermiş, çocuğunu da alıp evi ayırmıştır. Bu halde pineklerken, Tahrir Meydanı’ndaki polis saldırısında yaralanan birileri dükkânına sığınır, peşinden de direniş gönüllüsü bir hekim. Seberto’nun dükkânı revire döner, berber koltuklarını küçük cerrahi müdahaleler için kullanırlar. Eşref Seberto şaşkın şaşkın, yardımcı olmaya çalışır. Derken gönüllü hekim, itiraz kabul etmez bir aciliyetle, bir yaralıya dikiş atmasını ister ondan. Seberto meslekî hünerini uyarlayarak bir yaralıya dikiş atar – devamı gelir, genel cerrahi asistanı gibi iş görür bizim berber. Birkaç gün içinde rejim devrilir, devran döner. Eşref Seberto, berber dükkânını yaralılara açmasıyla ve amatör cerrahlığıyla televizyonda haber olur. Karısı, çocuğuyla beraber çıka gelir, “vay be” hayretiyle ve gururuyla bakar kocasına. O da kendini başka hissediyordur artık; insanlara yardım etmiştir, kendini aşarak bir şeyler yapmış, yara sarmış, can kurtarmıştır. Berber Eşref Seberto artık başka bir adamdır.

Arap Baharı’nın bir devrim falan olmadığını söyleyenlere verilecek cevap, Berber Eşref Seberto hikâyesidir. Eşref Seberto’nun kendi insanlığına, kendi kuvvesine dair bilgisini değiştiren, ona bir dayanışma içinde özdeğer duygusu kazandıran bu tecrübeyi yaşaması devrimdir. Arap Baharı, yüz binlerce insana böyle bir tecrübeyi yaşattığı, onları böyle bir tecrübeyle dönüştürdüğü içindir ki, devrimci bir olaydır.

Taksim protestoları, devrimden bir iktidar vurgununu, bir katharsis’i anlayanlara da hevesler yaşattı – ama oradaki ‘sahih’ devrimci uğrak bu değildir. O cevher, insanların eylemle dönüşme tecrübesindedir. Apolitik, bencil, hazcı diye etiketlenmiş genç insanların, başkaları için bir şey yapmak üzere seferber olduğu, birbirine sahip çıktığı Eşref Seberto hikâyelerindedir. Tanık olduğumuz, okuduğumuz, işittiğimiz çok ‘küçük devrim’ hikâyemiz var şimdi; sohbetler, filmler, edebiyat da bunların sürdürülebilirliğine katkıda bulunacaktır.

Gezi eylemlerinden devrim romantizmi çıkartmaya kalkıyorlar diye solcularla alay eden muhafazakâr idraklere sığmayan devrimci uğrak da işte budur. Elbette aslında bir idrak sorunundan çok, devrim korkusundan söz ediyoruz – hayata karşı bir korkuya dönüşebilen devrim korkusu. Adı üstünde: muhafazakârlık!

Bir haftalık “Taksim Cumhuriyeti” ile -Merih Taymaz’ın yazısındaki gibi- Paris Komünü’nün benzerlikleri üzerine düşünmek de hiç afaki bir iş değil. Taksim Gezi Parkı’nda bir hafta ömür süren ortak yaşam, müşterek alanlara sahip çıkmak yanında, bir alternatif hayat tarzı deneyimiydi. Otoriter-muhafazakâr toplum mühendisliğine karşı modern hayat tarzına sahip çıkmayı, onu ‘savunmayı’ aşan, onun kısıtlarından da özgürleştiren bir hayat tarzının yolunu yordamını yoklayan bir deneyim… Bu deneyimin çocuksuluklarını, yozlaşmalarını süzgeçten geçirecek olanlar da öncelikle onu yaratanlardır. Orada sadece bir şeye karşı çıkmanın, istememenin değil, başka türlü bir şeyi istemenin soluk alıp verişlerini duyduk. Şu meşhur “hayat tarzı” politikası etrafındaki münakaşalarda, belki önümüzdeki dönemde bunun hatırasının da bir çift sözü olacaktır.

Taksim-Gezi isyanı üçüncü haftasını doldururken, büyük meydanlar cebir kullanılarak boşaltılmış ama protestolar sürerken baskı politikası sürmekteydi. “Marjinal” olarak damgalanan örgütlere dönük bir tutuklama kampanyası açarken, şiddetsiz eylemlere de şiddetle müdahale eden bu politika, kitlesel protestoların barışçıl karakterini tahrik etmeyi hedefliyor görünüyor. Polis marifetiyle yaratılan bir karelik “şiddet” sahnesinin, günler süren “barışçıl” manzarayı görünmez kılmak üzere nasıl kullanıldığını biliyoruz.

Bu toz duman altında… Haziran hareketinin iyimser bir rikkatle baktığımız cevheri korunabilecek, işlenebilecek mi? Bir kazanım olarak iktisap edebilecek mi? Bir “devrimde devrim” olacak mı; insanları dönüştüren bu deneyim, muhalefetin, politikanın, demokratikleşme ve özgürleşme mücadelesinin dönüşmesine katkıda bulunacak mı? Yoksa yetersizliğini, darlığını açığa vurduğu yapılara yeni moral ve “kadro” kaynağı temin etmekten mi ibaret kalacak? Yine kendi kelimeleriyle konuşan, yine mizahî, yine ‘abiciliğe’ mesafeli 1995-98 Öğrenci Koordinasyonu hareketinde olduğu gibi mesela… Çok ümitler peydahlayıp çok çabuk unutulan 2009/10 Tekel direnişinde olduğu gibi… Her halükârda… o cevhere ihtiyacımız var, o cevherin işlenmesine ihtiyacımız var.

(1) “Allah’a küfreden ile şeriat isteyen aynı parkta durabilir mi?” (Ezgi Başaran’m söyleşisi), Radikal, 24 Haziran 2013.

(2) Ortak’tansa müştereki tercih etme önerisini, David Harvey’in Asi Şehirlerine (Metis, 2013) yazdığı zihin açıcı önsözde Ayşe Deniz Temiz getiriyor (s. 18). Ayşe Deniz Temiz, elinizdeki dosyayı da zihin açıcı katkısıyla zenginleştirdi.

(3) Ki Dilek Zaptçıoğlu o esnada (Kasım 2011) Birikim’de, bu olayın, evrensel ve beynelmilel bir eşitlik ve özgürlük hareketinin cinini şişeden çıkardığını yazmıştı (“Yeterince Otantik Değilsiniz Padişahınız” kitabı içinde yer almıştır, İletişim, İstanbul 2012, s. 351-360).

(4) Gaza “sık bakalım”la meydan okumak hem cesaretin hem de yine mizahın gücünün alâmetidir. Fakat “gaza alışma” kahramanlığı, onun kimyasal silah niteliği taşıdığını, insanları zehirlediğini, bir dizi sağlık sorununa yol açtığını unutturmamak. “Batı ülkelerinde de kullanılıyor” olması onu aklamaz; biber gazı sıkmak insan hakları ihlalidir.

(5) Ayşen Uysal’ın yazısı olayın bu yanına eğiliyor.

(6) Radikal, 15 Haziran 2013, İpek İzci’nin haberi.

(7) Milliyet, 19 Haziran 2013 ve Hürriyet, 21 Haziran 2013. David Harvey, kapitalist devletin yakın gelecekte “askerî özellikte kent mücadeleleri için teçhizatlandığım” yazmadı mı son kitabında? (Asi Şehirler, s. 189).

(8) Radikal, 8 Haziran 2013, Milliyet, 19 Haziran 2013. Haberlerde, bu memurların bir süre başka hizmetlere kaydırıldığı söyleniyor. Buna karşılık gencecik insanların ölmesine, gözlerini kaybetmesine, sakat kalmasına, ağır yaralanmasına yol açan polis müdahaleleriyle ilgili ciddi bir kovuşturmaya girişilmiyor. “Polise söz söyletmeme” tavrı ve cezasızlık, polis şiddetinin kalkanı olarak dikilmeye devam ediyor.

(9) Bianet’te yayımlanan bir tanıklık: http://www.bianet.org/bianet/medya/147774-10-gunde-1200-tweet-attim-gozaltina-alindim Bu ve benzeri tanıklıklar, “suç oluşturan fiil”den öte Başbakana muhalefetin kovuşturma konusu yapıldığını gösteriyor. Göstericilere dönük ağır hakaret içeren ve yalan haber yayarak alenen halkı tahrik eden sosyal medya salvolarının hiç ‘sorun’ edilmediğini de not edelim.

(10) İlhan Tekeli-Selim İlkin, Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2003, s. 311.

(11) Metin Solmaz, şefkatli bir kızgınlıkla işaret ediyor buna.

(12) Görkem Özizmirli buna 15 Haziran’da Birikim-Güncel’de değindi: http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=971&makale=Gezi%20ve%20%22Analizlere%22%20Dair

(13) Ümit Kıvanç, iki yıl önce, “çağdaş, aydınlanmacı, güya özgürlükçü” toplum kesitinin meşhur “hayat tarzını” kendi mücadelesiyle elde etmediğini, bu nedenle o hayat tarzına bir tehdit algıladığında devleti-orduyu göreve çağırmaktan başka yol bilmediğini, hak ve özgürlüklerini bizzat savunma refleksine sahip olmadığını yazmıştı (“Hazırlop özgürlüğün dayanılmaz kofluğu”, Taraf, 20 Ağustos 2011). İşte, 2013 Haziranında bunun değişmesinin işaretlerini görebiliriz.

(14) Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak, çev. H. Mert İnan, Otonom Yayıncılık, İstanbul 2011.

Tanıl Bora
Temmuz 2013

Birikim dergisi “Gezi Direnişi: Bir Yanımız Bahar Bahçe” 291-292 sayısı sunuş yazısıdır.
Kaynak; birikimdergisi.com