BirGün: Korkmuyorum Anne

korkmuyorum-anne

Çok yaramaz bir çocuktum. Tevge denir bizim oralarda…

Çok yaramaz bir çocuktum. Tevge denir bizim oralarda. Taş atıp başını altına tutan cinsten tevge bir çocuktum. O dönemin her ortalama Anadolu ailesinde olduğu gibi çocuklarını anlık içgüdüleriyle yetiştiren ebeveyn, güçlü bir baba figürü ve şımarmaya fırsat bile bulamadan düşe kalka büyüyen çocuklar. 4 kardeşin en küçüğü olmam ve nereden geldiğini anlayamadığımız ve şimdi konuştuğumuzda annemi o zamanlar bir hayli telaşlandırıp korkuttuğunu öğrendiğim yaramazlığım baba otoritesini bir nebze kırıyordu. Kimseden korkmayan, başına buyruk, yarı deli bir çocuk. Sonunda annem çözümü beni korkutacak yeni bir figür yaratmakta buldu. Biraz iri yarı, heybetli görünümlü, anne tarafından en büyük kuzenimden hafif çekindiğimi hissetmiş olacak ki her yaramazlık yaptığımda “seni ona söylerim” diye tehdit etmeye başladı. Esasen bana ağzını açıp tek kelime etmemiş bu kuzenimden zamanla ölesiye korkar hale geldim. Öyle böyle bir korku değil ama. Bize ziyarete geldiğinde odama kapanıp kapıyı kilitliyorum, bu da yetmiyor, yatağın altına girip ağlıyorum.

Bir süre sonra benim bu korku kaynağım olan kuzenim 3 gün 3 gece süren bir köy düğünü ile evlendi. Tüm aile köydeki akrabalarımızın evlerinde yatıya kalarak düğünün her safhasında bulunduk. Çok korkuyor olsan da bir düğünde damattan ne kadar uzak kalabilirsin ki? Nihayet düğün akşamlarından birinde kalabalık dağıldıktan sonra bir odada biz bize kaldık. Annem, ben, şimdi hatırlayamadığım 1-2 kişi daha ve aldığı alkolün etkisiyle dili peltekleşmiş heybetli damat kuzenim. Ben annemin bacağına yapışmış temkinli oturuyorum ama adam evlenmiş, mutlu, alkollü. Çakırkeyif çakırkeyif konuşuyor, konuştukça saçmalıyor, saçmaladıkça daha çok konuşuyor. O gece kendisine olağanüstü güçler atfedip deli gibi korktuğum kuzenim tüm insani zaafları ile gözlerimin önünde normal bir insana dönüştü. O günden sonra annem beni bir daha hiç korkutamadı kuzenime şikayet etmekle. Sokaklarda düşüp kalkarak, dayak atıp dayak yiyerek, kaşımı gözümü yararak, şimdi geriye baktığımda hayatımın en mutlu dönemi olduğunu anladığım bir çocukluk dönemi yaşadım.

31 Mayıs 2013 günü. Sabah hepimiz Gezi Parkı’na polis saldırısı görüntüleri ile uyanmışız. Çok kanıma dokunmuş o görüntüler ve akşam üzeri binmişim otobüse, kendimi Taksim’e atmışım. Otobüs Elmadağ’da indiriyor hepimizi. Havada tuhaf bir koku. Daha önce hiç tanık olmadığım garip gergin bir atmosfer. Farklı noktalarda yığın yığın robot görünümlü polisler, düşmanca bakışlar. Meydana giriş kapatılmış. Gezi Parkı’nın karşısındaki otelin önünde buluyorum kendimi. 200 kadar insan öyle dikiliyoruz otelin önünde. Alkışla cılız tempo tutmalar, arada 1-2 slogan. Biraz bağırıp dağılacak ruh halindeyiz. Derken o an nereden çıktıklarını anlayamadığım 2 Toma sağdan ve soldan üzerimize tazyikli su sıkmaya başlıyor. Aynı anda da parkın girişindeki polislerden üzerimize gaz kapsülü yağıyor. Panik içinde otelin içine kaçışıyoruz. Ben 20 yıldır avukatım. 20 yıldır mesleğim gereği hakimler, savcılar, polislerle sayısız kez muhatap olmuşum. Ancak müvekkilime kötü muamele edilmesin diye gittiğim jandarma komutanının gönlü hoş olsun diye ona “komutanım” diye hitap edecek kadar, yolda polis çevirmesi olduğunda, bu konuda mesleğim sebebiyle bir ayrıcalığım olmasına rağmen, nabzım hafif hızlanacak kadar da devletten, otoriteden çekinen korkan sıradan bir insanım. Ben otelin içinde bu düşmanca tavrın şaşkınlığı içinde oradan oraya koşarken çok daha yoğun bir gaz saldırısı oluyor. Gazdan nefes alamaz duruma gelen insanlar bulabildikleri kapalı odalara doluşuyor telaşla. Ben de bulduğum ilk kapıyı açıp içeri atıyorum kendimi. Benle beraber biri daha giriyor içeri. En fazla 3 metrekare büyüklüğünde bir malzeme odası. Karşımda filiz gibi taptaze bir genç. Göz göze geliyoruz. En insani haliyle “Abi ben çok korkuyorum” diyor. Ben de çok korkuyorum. Bunu söylemek için ağzımı açıyorum ama dudaklarımdan “Korkma” kelimesi dökülüyor. Omuzuna dokunuyorum hafifçe.

Ertesi gün bu kez çocukluk arkadaşlarım olan evli bir çiftle birlikte gidiyoruz direnmeye. Korkuyorlar, hallerinden anlıyorum. Siyasi eylem tecrübem onlardan sadece 24 saat daha fazla. Yolda hep birkaç adım önlerinde yürüyerek korkmuyormuş rolü yapıyorum. Oysa dizlerim titriyor benim de. Karışıyoruz kalabalığın arasına. Hepinizin ayrıntılarını bildiği direniş saatlerinden sonra Taksim Meydanı’na giriyoruz. Sonra “devlet” konuşmaya başlıyor. “Otpor” diyor. “Para aldılar” diyor. “Camide içki içtiler” diyor. Omuzu omuzuma değmiş, elinden su içtiğim, bana “aç mısın” diye yiyeceğini uzatmış, yarama ilaç sıkmış, hiç tanımadığım ama ezelden ebede kardeşim olan benim direniş arkadaşlarıma “Vandal” diyor. O heybetli kuzenim gibi konuştukça saçmalıyor, saçmaladıkça daha çok konuşuyor. Küçülüyor küçülüyor, yalandan ibaret bir noktaya dönüşüyor. Devlet esasen kötülüğü kurumsallaştıran bir mekanizma sadece ve bize kötülük etme potansiyeli hep var. Bunu bilip ve fakat korkmamak lazım. Çünkü korkmak esir olmaktır. Bize sokaklarda düşe kalka, kaşımızı gözümüzü yara yara özgürce dolaşmak yakışır. Bize esaret değil özgürlük yakışır. Hiç ruhu özgür olanla olmayan bir olur mu?

twitter.com/ApoUyan
21 Eylül 2013
Kaynak; birgun.net