BirGün: Beyaz yakalarımızı kirletelim – Murat Müfettişoğlu

Kimse sana ‘işini gücünü bırakıp kenti terk et’ demiyor. Terk etsen de sistem senle gelir zaten. O çoktandır senin içinde! Sadece olan bitenin farkına var ve haykırabildiğin kadar haykır.

beyaz-yaka

Kapitalist üretim ilişkilerince belirlenen biricik yaşamımızda “artan” oranda gelire sahip olmak fiziksel varoluşumuzun olmazsa olmazıyken, kapitalin dağılımı alabildiğine düzensiz; yani akıp yayılmadığı alanlar var. Bırakın bireysel varoluşları, kapitalin paylaşımı savaşında kitlesel yok oluşlar anında yaşanıyor. Hastalık ve yetersiz beslenmeden kaynaklanan çocuk ölümleri “en sıradan” istatistiklerden sayılıyor. Ve daha onlarca trajedi ana haber bültenlerinin rutinleri arasında, yüzlercesi ise kasten bildirilmiyor…

‘Bunun iyi bir insanlık fotoğrafı olmadığını sistemin yöneticileri de söylüyor’ diyebilmeyi çok isterdim ama diyemiyorum. Zira bilinçli olarak öldürüyorlar, dahası (büyük) savaşlar istiyorlar. Bazen ölen bir çocuk için ağladıkları oluyor, ancak, onların gözyaşlarının ne anlama geldiğini çok iyi biliyoruz. İstedikleri kadar ağlasınlar, olup bitenlerin asıl sorumluları onlar! Peki, biz beyaz yakalılar nerede duruyoruz? Üzgünüm ama çoktandır emin olduğum şeyi söylemek zorundayım: Yeryüzünde hiçbir trajedi, onu önlemek için yapabileceklerimizden bağımsız halde gerçekleşmez. Bilelim artık!

Sonuç olarak sistem, muhaliflerin “yıkıcı” mekanizmalarını işlevsiz kılmasını ‘bir şekilde’ beceriyor; yandaşlarıyla ya da güdümlü olanlarla zaten sorunu yok. Genel olarak becerdiğini düşündüğüm şeyse şu: İnsanın kendisiyle, bir başkasıyla, yaşadığı toplumla ve doğayla olan fiziksel ve ruhsal ilişkisini bozarak onu derin bir yalnızlığa itmek ve yeri geldiğinde sığınacağı tek “limanın”, “çözüm” talep edeceği tek merciin sistemik iktidarın kurumları olduğunu telkin etmek. Hal buyken kitlenin payına düşen; yöneticilerinin dönemsel olarak değiştiği ancak kontrol edilen kamusal alanın (özde) aynı kaldığı “meşru” devlet zemininde yaşamaya çalışmak oluyor. Dolayısıyla, kitlenin o muazzam potansiyeliyle bağ kuramayan muhaliflerin muktedirler karşısındaki enerjileri ne yazık ki yeterli olamıyor. Velhasıl muhalifler de sistemik iktidarın(otoritenin) varlığına -dolaylı şekilde- katkı sunan bir “umutsuzluk” haliyle yaşayıp gidiyorlar. (Radikal) muhalifle güdümlü vatandaşın, iktidarla kitlenin, yönetenle yönetilenin, asıl sorumlularla ikincil sorumluların, mavi yakalılarla beyaz yakalıların, beyaz yakalılarla kirli beyaz yakalıların, gerçek suçlularla suçluymuş gibi gösterilenlerin, haklılarla haksızların, sapla samanın, otla bokun karıştığı bir acaip durum!.. Mu acaba?.. Öyle görünebilir, öyle algılanabilir, ancak o kadar da karmaşık olduğunu düşünmüyorum. Zira fiziksel ve zihinsel varoluşun o çiçekli yolunda yürümeye başlamak; yani, basitçe, merak etmeyi, heyecan ve arzu duymayı, doğal ve özgür olmayı, barışı ve dayanışmayı, yeri geldiğinde başkaldırmayı ve direnmeyi düstur haline getirmek, kitlenin kökten kurtuluşu yolunda çözüm üretmeye başlamak anlamına gelir. Zaten biz, (mutlak) umutsuzluktan söz etme şansımızın olmadığını; her şey bitmeden hiçbir şeyin bitmediğini Taksim direnişinde ve Gezi Parkı komününde görmedik mi?

Bireysel ya da kitlesel fark etmez, varoluş hem teoride hem pratikte çözüme içkindir ve önceki paragrafta belirttiğim düsturla hayat bulur. Ancak, bir kişinin hakiki özgürlüğünden söz edebilmemiz için kitlenin hakiki özgürlüğünden söz edebilmemiz gerekir. O yüzden demeliyiz ki: ‘Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!’ Lütfen, anlayın!

Bir durumun değişmesini istemeyenler ondan beslenenlerdir. Hayatımızı çok uzun zamandır sermaye ve onların iktidarları kurguluyor. Oysa her şey çok daha insani, çok daha doğal olabilirdi. Senaristlerinin ve yönetmenlerinin kim olduğunu bildiğimiz, ancak sahne çekimlerine müdahale edemediğimiz bir filmin tarihsel figüranlarıyız. Asıl oyuncu olmak gibi bir niyetimiz zinhar yok; sadece bu filmin artık bitmesini istiyoruz… Uyumsuzluk ve huysuzluk tarihin hiç bir döneminde bugünkü kadar gerekli olmamıştı!

Bu ‘Truman Show’ un, seçilmiş iktidarlar-seçilememiş muhalifler formundaki kadim siyaset zemininde bitmeyeceği çok açık; zira, son tahlilde sistemik iktidar lehine tarihsel bir dengedir söz konusu olan. Güçlü olan kuralları belirler; güçsüze kalan kurallara uymaktır! İnsanlık, sınıflı toplumun oluşmaya başladığı neolitik dönemin sonundan beri yaşıyor bu “açmazı”.

Artık şu kadarını iyi biliyoruz: Muhaliflerin mücadele araçları egemenlerin propaganda araçlarıyla bir değil. Sistem, bireyin iradesini içerden kavrayarak, hem onu, hem ait olduğu kitleyi kontrol edebilecek araçlara –çoktandır- sahip. Her birimiz, deforme edilmesi hakikaten kolay olmayan politik ilişkiler bütününün birer parçasıyız. Sistemik iktidarın baskın iradesi, irademizin alt katmanlarına o denli sızmış ki, aynı katmanlarda oluşacak infiallerle ancak kendimize gelebiliriz; ancak bu koşulla aynada gördüğümüzün kendimiz olduğuna emin olabiliriz. Aksini iddia eden varsa beri gelsin; çözüm yolunda yapıcı her öneriye açık olmak boynumun borcudur. Muhalifi paradoksal(diyalektik) biçimde var eden iktidarın varlığıdır. Muhalifleri tek bir güç olarak varoluş zeminine taşıyan ise, kendi aralarındaki kılcal damarlardır. Başka türlü olmasını bekleyemeyiz!

Yakalı hallerimize dönelim: Sayıları, kenti ve kent kültürünü belirleyecek seviyeye ulaşan ve (popüler) iktidar ilişkilerini ilk elden yaşayan beyaz yakalıların potansiyel güçleri nasıl tanımlanabilir; nasıl kirli beyaz yakalılara dönüşebilirler? Sütün yoğurda dönüşmesi için gereken bir parça maya misali, beyaz yakalıların olduğu her ortamda birkaç ‘kirli beyaz yakalıya’ ihtiyaç vardır. Gelgelelim, kirli beyaz yakalı olmanın bedeli de vardır. Günün büyük kısmını ofis ortamında geçiren bu (gizli) muhalifler için varoluş anları ve alanları önemli ölçüde daralmıştır. Zira, yönetim tarafından birim zamanda halletmeleri istenen iş miktarı katlanarak artmaktadır. Bankalarda, sigorta şirketlerinde ya da kurumsal bir firmada çalışıyorsanız, hafta sonu gittiğiniz filmin özetini yapacak beş dakikayı rüyanızda dahi göremezsiniz. Sizden rüyalarınızda da iş yapmanız istenir çünkü. Bir sigara içimlik süre için indiğiniz kör avluların duvarlarında, ‘krizde ilk gönderileceklerdensin!’ yankısından başka şey duyamazsınız. Beyaz yakalı bunu bilir ve gerekirse sigarasını yarım bırakarak masasına döner. Kirli beyaz yakalı ise, aynı tehditkâr sesi duymasına rağmen, sigarasını izmaritine kadar kökler. Çünkü bilir; kurumsallığın biricik varoluşu üzerindeki baskısı, dumanın ciğerlere yaptığı baskıdan çok daha ölümcüldür! Beyin ölümü gerçekleşmiş bir beyaz yakalının bedenen yaşaması ne anlama geliyorsa, ofis dışında sürdürdüğü hayatının anlamı da o kadardır. Sistemin yaptığı şey; biraz para, biraz kariyer ama çokça kaygı üzerinden yönetilebilir bir irade yaratmak; anlamsız bir hayatın anlamlıymış gibi algılanmasını sağlamaktır. İşin özü özeti budur. Fark edin!

Kısa vadede kökten çözümün olanaklı olmadığı zaman ve zeminde bireysel korunma yöntemleri önem kazanmakta; ofisin ve ofis ilişkilerinin yıpratıcı etkilerini ‘bir şekilde’ azaltmak gerekmektedir. Bu noktada şöyle bir (içsel) yöntem geliştirilebilir mi acaba? ‘İş yerinin dışındaki pozitif yaşamdan beslenen, ofise girdiğimiz anda ruhsal ve iradi bütünlüğümüzü koruma moduna geçerek ortamdan olabildiğince az etkilenmemizi sağlayan negatif bir motivasyona sahip olmak ve onu ‘bir şekilde’ kalıcı kılmak…’ Görüldüğü üzere; ‘bir şekildeler’ olmadan olmuyor, ayrıca bu kadar teknik ve karmaşık da olmamalı. Galiba en doğrusu, daha bildik, daha basit kıstaslarla düşünmek:

‘Bitirdiğin okulların, geldiğin “noktanın”, gördüğün şehirlerin, izlediğin filmlerin, dinlediğin müziklerin, okuduğun kitapların, konuştuğun insanların, bildiğin yabancı dilin ya da dillerin, çocukken oynadığın oyunların hatırına kafanı kullan; içine düştüğün çukuru –artık- gör! Emin ol, marazın farkına varmakta güçlük çekmeyeceksin. Bilgisayar ekranına bakmaktan bunaldığında güneşli bir hafta sonunu hiç mi hayal etmedin; sevdiklerinle deniz kıyısında çay içmeyi, dostlarınla felekten bir gece çalmayı, iyi bir film izlerken kopup gitmeyi… Mesainin en boğucu anında -nedensiz- aklına gelen bir şarkıyla hiç mi gözlerin sulanmadı; hiç mi düşünmedin geçmişi, anneni, çocukluk arkadaşını, çocukluğunu, kreşteki çocuğunu? Akşam olsa da evimde olsam; el işimin, resmimin, kitabımın başına otursam, sevdiğimin başını okşasam, uzansam uyusam diye, hiç mi aklından geçirmedin?.. Senin (hakiki) yaşam alanını, yani biricik habitatını bu deneyimler kurar. Sistemse, seni var eden bu güzellikleri yaşamanı doğrudan/dolaylı engelleyerek var olur. Çünkü o senin tükenmişliğinden beslenir. Bugünden tez yok sana düşen; en doğal hakkın olan varoluşun için kurucu muhalefete başlamaktır. Kimse sana ‘işini gücünü bırakıp kenti terk et’ demiyor. Terk etsen de sistem senle gelir zaten. O çoktandır senin içinde! Sadece olan bitenin farkına var ve haykırabildiğin kadar haykır:

‘Yaşamak istiyorum! Bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine!’

Murat Müfettişoğlu
2 Ekim 2013
Kaynak; birgun.net