Birdirbir: Ustaların ustası ve tarihî karşılaşma – Erselan Aktan

2003’te Yüksekova’da bir trafik polisi tarafından ters istikamette seyrettiği için çarşı merkezinde dövülen yaşlı adamın başını kaldırabildiği anda söylediği şu sözler, polis dahil, dayağa seyirci kalan herkes için yeni bir şeydi: “Dur bakalım, sen kimsin, ne hakla beni dövüyorsun?” Polis sonraları moda haline gelecek “ben devletim” cevabını vermiş, ama dayağa da o anda son vermişti; dayağa seyirci kalma dönemi de sanırım o gün son bulmuştu Yüksekova’da. Yaşlı adamın trafik polisiyle o tarihî karşılaşması, polislerin ekip otomobillerini orada bırakıp yuhalamalar ve küfürler eşliğinde emniyete doğru, elleri tabancalarının kabzalarında hızla uzaklaşmalarıyla son bulmuştu.

Polisin dövme hakkının bu kısa sorgulaması bir daha gündeme gelmedi. Polis, dövebilme hakkının dayanağını kabul ettiremez oldu; bir daha çarşı merkezine inmedi. Eylem, miting, protestolarda konuşlandığı yerden göstericilerin üzerine gündemin sıcaklığına ve başbakanın açıklamalarına göre gaz, plastik mermi ve gerçek mermi sıktı. Bilanço ağır: Onlarca ölü, yüzlerce yaralı, binlerce tutuklu… Silahlar hep aynı yerden, Emniyet Müdürlüğü ve Hükümet Konağı’nın olduğu yerle Yüksekova merkezini ayıran köprünün Emniyet Müdürlüğü tarafından sıkıldı. Polis köprüyü geçmedi…

Oysa operasyonlarda “ölü olarak ele geçirilen” gerillaların çıplak bedenlerinin panzer ve akreplere bağlanarak şehir merkezinde mehter marşlarıyla gezdirilmesinin, manzaraya tanık olanların aşağılanmışlıktan ve korkudan uğradıkları dumurun, Cengiz Topel Caddesi’nin pause tuşuna basılmış bir video gibi donakalmasının üzerinden sadece birkaç yıl geçmişti. Kan davalı ailelerin, ihtilaflı aşiretlerin, liseli grupların şehir merkezindeki kavgalarını o zamana kadar da, o an arabasıyla oradan geçen sivil bir polisin küfürleri, tekme tokatları ayırır, meraklı grubu da yine o polisin tehditleri dağıtırdı. Ta ki yaşlı adam ve polis buluşuncaya dek…

9923387Yaşlı adamla polisin başka bir zamanda, yakın sayılabilecek bir mekândaki “tarihî karşılaşmasını” İran Devrimi’ni anlattığı kitabında Ryzsard Kapuscinski şöyle tasvir eder: “Polis kalabalığın kenarında duran adama bağırıyor ve eve gitmesini emrediyor, fakat adam kaçmıyor, orada dikilip polise bakıyor; bu bakış yalnızca tedbirli ve korkulu değil, aynı zamanda sert ve cüretli. Kalabalığın kenarında duran adam üniformalı yetkiliye küstahça bakıyor. Polis kımıldamıyor; etrafına bakıyor ve aynı bakışı diğer gözlerde de görüyor. O adamınki gibi diğer yüzler de uyanık, hâlâ biraz korkak, fakat daha şimdiden metin ve sert… Böylece polis ağır ağır karakola dönerken, adam orada dikiliyor ve gözden kaybolan düşmanına bakıyor.” Kapuscinski’ye göre devrim işte o gün, iki önemsiz insandan birinin niye dövebildiğini, diğerinin de nasıl oluyor da dövülebildiğini aniden, kendiliğinden düşünmeye başladığı an başlıyor.

Kapuscinski, “Şahınşah” (Şahların Şahı) Muhammed Rıza Pehlevi’ye karşı, yıllarca sürecek çatışmaların fitilinin o anda, o karşılaşmada ateşlendiğini yazar. Şah’ın ve Savak’ın zulmünden, aşağılamalarından, işkencelerinden ölümüne korkan kitleler, o gün nasıl olduysa, hem de Kermanşah’ta bir atın şehir merkezinde insanlara saldırıp birkaçını yaralaması üzerine toplanır ve dağılmaz. Sonraki gösterilerde Savak, gözaltına alınamayacak kadar çoğalan kitleleri öldürmekle dağıtabileceğini düşünür; on binlerce insan yaşamını yitirir. Ancak Canetti’nin deyimiyle “kalabalıklar kalabalıkları çeker” ve başka şehirlerde, daha da kalabalıklaşarak tekrar ortaya çıkar. Kalabalıkların kontrolünü bir türlü sağlayamayan Şah, farklı bir yola başvurur ve kendisini destekleyenleri meydanlara davet eder, mitingler düzenler. Mitinglerin ilkini Tebriz’de, muhaliflerinden onlarcasının cenaze merasiminin olduğu güne denk getirir. Bütün hükümet mensupları tribünleri doldurur ve Başbakan Cemşid Amuzegar sonraları sık sık tekrarlanacak olan konuşmasında şunları söyler: “Birkaç anarşist ve terörist, milletin birliğine nasıl olur da kastedebilir? Hem sayıları o kadar az ki, bir grup oluşturdukları bile söylenemez. Hepsi bir avuç adam.” Şahınşah, saldırıya uğramış polislerin mağduriyetinden, dış güçlerin, yabancı kötülüklerin İran üzerindeki emellerinden, kanunların kutsallığından bahseder. Savak ajanlarının gizlice ya da “meşru yollarla” yaptığı katliamlar Şah’ın en önemli argümanlarından biridir: Savak suçlu değildir; üstelik üniformalı, resmî Savak görevlilerinin katliam yaptığını gösterir hiçbir fotoğraf, görüntü, delil de yoktur.

Şahın ağdalı sözcüklerle süslenmiş, birbirinin aynı konuşmaları muhalifleri ikna etmeye yetmez. Katliamlar, işkenceler, tutuklamalar (Kapuscinski, sayıları binleri bulan çocuk mahkûmlara özellikle vurgu yapar) caydırıcı olmaktan uzaklaşır; devrimi kışkırtmaya başlar: “…Derken silah sesleri, patlamalar artıyor. Hiç kimse üzüntülü değil. Hiç kimse durumu önemsemiyor ya da doğrudan doğruya tehdit edildiğini hissetmiyor.”

218142stonewallisyanibKapuscinski, her gösteride onlarca insanın öldürülmesine rağmen korkmadan gösterilere katılan bir eylemciye bu korku duvarının nasıl aşıldığını sorar. Eylemcinin cevabı, Martin Duberman’ın “Stonewall İsyanı” kitabındaki eylemcilerden Sylvia’nın cevabıyla aynıdır: “Artık rahatsız edilmek istemediğim bir noktaya gelmiştim.”1969’da New York’ta bir eşcinsel barı olan Stonewall’da polis, rutin dayak atma, gözaltı ve tutuklama işlemlerini gerçekleştirirken hiç kimsenin beklemediği, öngörmediği o tarihî an, polisle sıradan insanın karşılaşması seremonisi yaşanmıştı. Kimliği yanında olmadığı için az sonra gözaltına alınacak olan Chico polise “Kimliğimi yanımda taşımam, sizinki yanınızda mı mesela?” deyivermişti. “Cinsiyetine uygun” elbiseler giymediği için rutin tutuklanma anlarından birini yaşayan bir lezbiyen, polis aracına konulduktan hemen sonra aracın camlarına tekmelerle vurmaya başlamış, arkadaşları da polise onu derhal serbest bırakmalarını haykırmıştı. Ve nihayet, polis aracına zorla bindirilen bir travestinin aracın kapısından dışarı uzanan bacağının fırlayarak bir polisin göğsünü tekmelediği, polisin arkaya savrulduğu görülmüştü. İşte o an herkes avazı çıktığı kadar bağırmaya, polise eline ne geçerse atmaya başlamıştı.

Modern LGBT tarihinin önemli sembollerinden biri haline gelen Stonewall İsyanı’nın ilk gecesini, Martin Duberman’ın görüştüğü eylemciler şöyle anlatıyor:  “Polis, korkak eşcinsel kalabalıklarıyla başa çıkmaya alışıktı, fakat buradaki kalabalık hiç de korkmuş görünmüyordu. Uzun zamandır biriktirilen öfke ve coşkunun etkisiyle herkes kükrüyordu. Polisler baskına geldikleri Stonewall’a sığınmak zorunda kalmış, sürekli artan kalabalık, sokağı tamamen ele geçirmişti…” Beş gün boyunca devam edecek ve feministlerle yippie’leri, Kara Panterler hareketine destek verenlerle savaş karşıtlarını buluşturacak isyana polis şeflerinin verdiği tepki tanıdık: “Bir grup ibne.”

“Bir grup anarşist, vatan haini, yabancı, ibne…” söylemleri kalabalıklara fazlasıyla basmakalıp gelince, Şahınşah Muhammed Rıza Pehlevi’ye bakanları ve danışmanları önce gücünü, ondan sonra da iyi bir beyne sahip olduğunu göstermesini önerirler. Fakat bu da gerçekleştirilemez, çünkü Kapuscinski’ye göre Şah’ta azıcık bile espri gücü yoktur. Buna karşılık “muhalifler” İran’da eylemleri sırasında hastanelerin önünden geçerken sessizliğe bürünür, yürüyüş kortejlerinin arkasından gelen eli poşetli eylemciler yürüyüşten arta kalan çöpleri temizler; New York’ta eşcinseller polis şeflerini, yöneticileri ve heteroseküel homofobiyi gülünç duruma düşüren sloganlar üretir, yazılamalar yaparlar. Kapuscinski’ye göre Şahların Şahı’nın “Büyük Uygarlık” ideali; Duberman’a göre “genel, ahlâklı ahlâk” işte bu şekilde karikatürize oluvermiştir.

1969’un Amerika’sında, ‘70’li yılların İran’ında ve nicedir Türkiye’de neredeyse aynı düşmandan bahsedildi, bahsediliyor: Dış güçler. Dışarıdan gelen, yabancı, bilinmez, muazzam düşman! Şahların Şahı kendisine karşı protestolara, grevlere girişen İran’a hiçbir zaman anlam veremedi: Bunca dinibütün ayetullahla dinsiz imansız anarşistlerin, siyaset nedir bilmez ergenlerle dünya üzerine söz söylemeyi nicedir kesmiş ihtiyarların kendisine karşı kurdukları bu komplo olsa olsa dış güçlerin oyunuydu! 1969’da New York’taki idarî birim raporları da yine aynı şeytana işaret ediyordu: Ahlâkî yapısı tamamen çökmüş Komünist Rusya. Şimdilerde Türkiye’de de benzer raporlar, mitingler, konuşmalar, gazete köşeleri neredeyse aynı sözcüklerle o bilinmezi baş müsebbip ilan ediyor. Müslüman olduklarını söyleyenlerle camide içki içenlerin, devletini seven ulusalcılarla bölücülerin, birbiriyle ilişkisi cumhuriyet kurulalı beri kesilmiş Kürt şehri Lice ve Taksim’in bu anlaşılmaz birlikteliğini başka ne açıklayabilir?

Erselan Aktan
1 Temmuz 2013
Kaynak; birdirbir.org