Birdirbir: Naber Çapulcu Büşra, bu tweet’leri neden sildin? – Büşra Cebeci

Yazdıklarım birilerinin zoruna gitmiş olacak ki, kendilerince beni karalama, ifşa etme çabası içine girmişler. 2010 ya da 2011 tarihli olduğunu tahmin ettiğim tweet’lerimi bulup yayınlamışlar. Anlayacağınız, kıskıvrak ifşa olundum, maskem düştü, foyam ortaya çıktı… Ya da ne diyorsanız işte.

Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştirdiğim, alay ettiğim, başbakanı savunduğum, seçimi kazandığına sevindiğim (ki o zamanlarda da tapmıyormuşum kendisine) tweet’ler bunlar.

“Bugünkü aklım olsa” diye başlamayacağım söze, zira kendimi tanıyorum. Şartlar aynı olsa tavrım bugün de aynı olabilirdi.

Seçim döneminde 16-17 yaşlarında olduğumu ve yine başörtülü olduğumu düşünürsek ve bunlara çevre faktörünü de katarsak, benim o günkü AK Parti sempatizanlığım yadırganmamalı.

Başımı örtmeye 15 yaşımda başladım ve bunu –tabiri caizse– İslâm’ın “nirvana”sına ulaştığım veya makam atladığım için değil, sadece istediğim için yaptım. Liseye başladığımda sınıftaki tek başörtülü bendim. Dokuzuncu sınıfı Nihat Hatipoğlu’yla soru-cevap tadında geçirmem bu yüzden olsa gerek. “Bilmem ne yapsak caiz midir?”, “Dövmeden abdest geçer mi?”, “Sevgilim elimi tutsa günah mı?” gibi saçma sapan şeyler soranlar, hatta rüya tabir ettirmek isteyenler bile vardı. Gece karabasan gören sabah soluğu benim yanımda alıyordu adeta. (Okumamı, üflememi, tükürmemi mi bekliyorlardı, hâlâ emin değilim.) Belki bunları yaparken onlar da farkında değildi, ama yaptıkları, söyledikleri her şey kendimi onlardan farklı, hatta anormal hissetmeme sebep oluyordu. Neyse ki, bu o kadar da rahatsız edici bir durum değildi. Asıl rahatsız eden ve sürekli sinirlerimi bozansa, insanların kafamdakine bakıp beni  “yobaz, örümcek kafalı” diyerek yaftalamasıydı.

Okula girerken kafanı aç, çıkarken kapa, okula bir işini halletmek için bile girsen o kafa açılacak, kapıda emreden bir ses tonu “Bu kılıkta giremezsin” diyor. Bunlara bile alışıyor insan da, etiketlenmek çok koyuyor. “Kim bu adam, nereden tanıyor da beni böyle konuşabiliyor?” diyorsunuz. Ben bunları “başörtünün laikliği zedeleyen, çağdaşlığı engelleyen bir obje” olarak görüldüğü dönemin sonlarına doğru yaşadım. Üniversitede yaşadığı haksızlıkları anlatan insanlar vardı çevremde, hatta biri erkek kardeşinin eylemlerde tutuklandıktan sonra, Metris’te öldürüldüğünü bile söylemişti. Tekrar söylüyorum: 15 yaşındaydım. Çevrem çoğunlukla AKP’lilerden oluşuyordu. Ailem siyasetle pek ilgili değil, ama onlar da AKP’ye oy veriyor. Üstelik evdeki din-tasavvuf kitaplarını okuyarak büyüdüm ben. Bunları göz önüne alıp benim hangi partiye sempati duyacağımı az çok tahmin edebilirsiniz herhalde.

Sanırım Deniz Baykal’ın CHP’den istifa ettiği, Kemal Kılıçdaroğlu’nun piyasaya çıktığı dönemlerdi. Baykal’ın çarşaflı kadınlara rozet takmasına “din istismarı” dediğimi hatırlıyorum. (O günlerde olabilecek en büyük din istismarına malzeme edildiğimizin henüz farkında değildim.) Bugün biraz değişmeye başladığını görsem de, çoğu CHP’linin başörtüsüne karşı tavrı nettir aslında: “Başörtüsü laikliği zedeler.” Ben laikliğe hiçbir zaman karşı çıkmadım, hatta hep destekledim. Ama açık konuşayım, CHP’nin laikliği, Atatürkçülüğü saptırdığını da düşündüm her zaman.

Bir de tüm Kürtleri terörist ilan eden Ülkücüler vardı etrafımda o zamanlar. Irkçılıkta sınır tanımadıkları zamanlardı: “En iyi Kürt ölü Kürt”,“Ya sev ya terk et” hatırladığım sloganlarıydı. Hani “Açtı ağzını, yumdu gözünü” deriz ya, aynen öyle gözlerini sıkı sıkı yumarak bağırıyorlardı bu cümleleri. Birazcık aralasalar o gözlerini, Kürtlerin çektiği acıları görebileceklerdi belki, ama aralamıyorlardı. Kürtlerin Türk milliyetçisi olması gerektiğini savunacak kadar ileri gidiyorlardı. Kürt değilim, ama dediğim gibi, çektikleri acıları biliyorum. Çok sevdiğim, güvendiğim Kürt arkadaşlarım var. Sözün kısası, hayatımın şimdiye kadarki her evresinde AKP’ye muhalif değildim belki, ama hiçbir evresinde de ırkçı olmadım. Yani, MHP bir alternatif olarak CHP’den bile uzak bana.

“Ulan 15 yaşındasın, neyin partizanlığı bu?!” diyorsunuz, duyar gibiyim. Aynı şeyi ben de diyorum. Bugün pişmanlık duyduğum, hatta biraz da utandığım tek konu bu: Düşünmek yerine parti arayışına girmek, dolayısıyla körü körüne inanmaya hazır olmak. Oysa belki de “Yahu bu adamların benim örtümle alıp veremediği ne?” diye sormalıydım kendime.

Neyse ki, çok geçmeden aklıma düştü bu soru. Sonra dönüp 28 Şubat sürecini araştırdım biraz. Başörtüsü eylemlerinde tutuklanan, dayak yiyen kızların videolarını izledim, öfke duydum (Gezi’de dayak yiyenlerin videolarını izlediğimde duyduğum gibi bir öfkeydi bu). Gördüm ki, 28 Şubat’ta başörtülülere uygulanan zulümle Gezi’de uygulanan zulüm arasında bir benzerlik var. Her ikisinde de zulmün günahkârları insanların hassasiyetlerine dokunup ötekileştirme çabasına giriyorlar. Kendilerine oy vermeyenleri kâh gerici, kâh “dinsiz” ilan ediyorlar.

28 Şubat’la ilgili yazılar okurken farkında olmadan Necmettin Erbakan’la Tayyip Erdoğan’ı kıyasladığımı fark ettim. Ortak paydalarının sadece “din” olduğunu sanıyoruz ya, yanlış. Çok fazla ortak noktaları var: Rant, ötekileştirme, halkı ayrıştırma… Bunlar çoğaltılabilir. Evet, Tayyip Erdoğan’dan uzaklaşmam onu Necmettin Erbakan’la mukayese etmemle başladı, ama Roboski’de içinde çocukların da bulunduğu 35 sivilin öldürülmesi, bu ölümlere kılıf uydurmak için o kadar çaba sarfedilmesi, “kaçakçıydılar” denilerek ölümlerin meşru kılınmaya çalışılmasından sonra, AKP’nin benim gözümde düştüğü noktadan geri dönmesi imkânsız bir hal aldı. Bütün bunlara devam eden hukuksuzluk, adaletsizlik, adam kayırma gibi halleri de ekleyince gördüklerim beni bugünkü “ben” yaptı diyebilirim.

15 yaşımdan bu yana siyasette yolumu kendi başıma bulmaya çalışıyorum. Bugün 20 yaşımdayım ve artık 15 yaşımdaki gibi düşünmüyorum. Nasıl ve neden değiştiğimi dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Yadırgamak, kınamak, “dönek” demek, küfretmek, karaktersiz ilan etmek ya da anlayışla karşılamak size kalmış. Ama beni münafık ilan edenlere şu kadarını söyleyeyim: Ben, mensubu olduğum dine, yani İslâm’a aykırı bir şey yapmıyorum.  Ortada yanlış giden şeyler var ve bunu elimle düzeltmeye gücüm yetmiyor, dilimle düzeltmeye gayret ediyorum. Bir gün sesim kesilebilir tabii, ama emin olun, o gün de gördüğüm yanlışlara en azından buğz edeceğim.

Peygamberimizin öğütlediği de bu değil miydi zaten?

Büşra Cebeci
18 Eylül 2013
Kaynak; birdirbir.org