Bianet: Gezi’nin psikolojisini anlamak ‘İçeriden ve dışarıdan bakışlar’ – Ulaş Başar Gezgin

Gezi, solda duran psikologların bir bölümünü de gafil avladı. Katılımcı gözlem gibi içerden yöntemlere uzak duranlar, ya içinde yer almadıkları bir direniş için hariçten gazel okudular ya bol istatistikli ama az gerçeklikli çalışmalara yöneldiler.

gezi

“Gezi’nin psikolojisini anlamak bu kadar zor mu?

Hadi Gezi Komünü var iken gidip görmemişsiniz, bari forumlara gidin. Oradan öğrenmeye çalışın” diyesi geliyor insanın, solcu, sağcı, falancı filancı profesörlerin, psikologların, sosyologların ve falan filanın yorumlarını okudukça ve dinledikçe. “Solculuk hastalıktır, tedavi edilmelidir”den “90 kuşağı çok bilgisayar kullandığı için beyin kıvrımları farklı” diyenini mi ararsınız; orantısız bir bakışla, ezilenler yerine ezenlere empati yapmaya çalışanları mı ararsınız; yok, yok… Gel vatandaş gel, üstüne ‘alışveriş merkezi’ dikilmiş fikir atlasımıza gel… Daha önce borsada alıp verir gibi, “bu düşünceyi satın alıyorum” diyenlere; “sattım gitti” diyenlere gel…

Gezi, solda duran psikologların bir bölümünü de gafil avladı. Katılımcı gözlem ve eylem araştırması gibi daha içerden yöntemlere uzak duranlar, ya bizzat içinde yer almadıkları bir direniş için hariçten gazel okudular ya bol istatistikli ama az gerçeklikli çalışmalara yöneldiler ya da yüzeysel anketlerle yetinmek zorunda kaldılar.

İşte bir örnek (bkz.): Şu soruya verilen yanıta bakalım: “Direnişçilerden başka kimler travma yaşıyor olabilir?

Kavga çıksın da molotof atayım diye gelen illegal grupları dışarıda bırakmak gerek… İyi niyetle protesto etmeye gelmiş olanlar dışında o bölgede evi ya da işi olanlar da travma yaşayabilir. Günler süren hareketlilik, bağırışlar, siren sesleri, gaz… Her gün oradan geçmek mecburiyetinde olanlarda bile travmaya yol açabilir bu. Çocukları eylemlere katılanlardan travma yaşayanlar olabilir. Ve  güvenlik kuvvetleri… Ama güvenlik kuvvetlerinin travma yaşama olasılıkları çok fazla değil çünkü bu olaylarda karşı taraftan gelen ciddi bir şiddet yok. O nedenle belki stres yaşayabilirler ama travma yaşayacaklarını sanmıyorum.”

Bu sözlerin altında bir resim var ve resmin altında şöyle yazıyor: “Terapilere travma yaşadığını düşünen polisler de katılabiliyor.

Birilerini (‘kavga çıksın da molotof atayım diyenler’) her ne gerekçeyle olursa olsun dışarıda bırakınca, nerede kaldı Hipokrat yemini?

Hüküm giymiş eylemciler bile, travma yaşayabilir. Onlara yardım yok mu?

Peki madem onlara yardım yok; açıkça şiddet uygulayan polislere niye terapi var?

Üstelik, birçok insan, yaşadıkları nedeniyle değil, şiddet uygulayanların cezalandırılmaması nedeniyle ve devlet görevlilerinin her gün her gün yalan söylemesiyle travma yaşıyor. Yani travma, doğrudan şiddetle ilişkili değil. Şiddet yaşayıp travma geçirmemişler olduğu gibi, şiddet yaşamayıp (hatta bir yakını da şiddet görmeyip) izledikleri videolar nedeniyle travma geçirenler var. Yukarıdaki satırlarda şiddet ile travma arasında kurulan neden-sonuç ilişkisi, insan psikolojisinin etkisini yok sayıyor. Birçok direnişçi, şiddet görmesine karşın, bir doğruya inandığı için, psikolojik olarak sapasağlam bir biçimde mücadeleye devam ediyor. Yazıdaki daha sonra gelen bir bölüm, aslında bunun farkında olunduğunu gösteriyor; ancak direnişçilerin psikolojik güçleriyle bağlantısının kurulabilmiş olmasını söylemek zor: “Travmaların dezavantajı fazladır ama avantajı da yok değildir. Burada da çocukların özgüveni arttı, aidiyet duyguları kuvvetlendi.

Direnişçiler, tam da bu aidiyet duyguları nedeniyle güçlüler ve bu aidiyet, toplumsal olayları toplum ve topluluklar üzerinden değil de birey üzerinden açıklamaya çalışan psikolojik yaklaşımların çuvalına sığmıyor.

Sonrasında, şöyle deniyor:

Türkiye’de travmanın biri biter öbürü başlar. Bunun doğal sebepleri var. Sürekli savaş yaşanan ülkelere komşuyuz bir kere. Gelişmekte olan bir ülke olduğumuz için sistem henüz oturmadı. Yılda 6 bin kişi trafik kazalarında ölüyor. Deprem kuşağındayız. Aile içi şiddet, terör, trafik kazaları, doğal afetler… Gezi Parkı için mücadele etmek gibi bir sebepten travma yaşıyor olmak geliştiğimizi gösteriyor.

Umuyoruz, bu satırlar, gazetede yer kalmadığı için böyle yansımıştır. Türkiye’nin travmaları için “sürekli savaş yaşanan ülkelere komşu olmak” gerekli değil; çünkü Türkiye’de 40 bin kişinin canına mal olmuş 30 yıllık bir savaş var ve ‘terör’ retoriğine yaslanan araştırmacılar, çoğunlukla bu savaşın tek bir tarafındaki travmalara odaklanıyor. Üstelik, söyleşideki bir başka yorumdan, Gezi’nin travmalarını sarma çabasının, ‘Güneydoğu’daki terör olayları’nın travması örneği üzerinden yapıldığını görüyoruz. ‘Askerin mağduriyeti’ bakışı, Gezi direnişçilerinin hangi travmasını sarabilir…

Türkiye’de, hâlâ aydınlatılmamış faili meçhuller, Ethem Sarısülük ve Madımak katliamı gibi faili meşhurlar ve Alevi katliamları var. Hâlâ hesaplaşılmamış olan bir 12 Eylül var. Hrant Dink suikasti var; tek bir kişinin ölümüyle birçok insanı travmatize eden…

Ayrıca, bu “sürekli savaş yaşanan” ülkeler sözü, bir oryantalizm örneği olabilir mi? Kastedilen hangi ülkeler? Suriye? Irak? İran? Gürcistan? Azerbaycan? Ermenistan? Herhalde Bulgaristan ve Yunanistan kastedilmiyor.

“Emperyalizmin sürekli müdahale ettiği bir coğrafyaya komşuyuz ve hatta o coğrafyanın bir parçasıyız” denilebilecekken, neden “sürekli savaşan ülkelere komşuyuz” deniyor?

Zaten böyle yazınca, anaakımda yayınlanması zor olmalı.

Ya peki bir sonraki cümle? “Gelişmekte olan bir ülke olduğumuz için sistem henüz oturmadı.” Yani kimi ülkelerde sistem oturdu ve oralarda travma yok mu? Travma, doğrudan ekonomi ya da politika kaynaklı olarak algılandığında, yine aradaki kimi zaman etkin olan kimi zaman da edilgen olan insan psikolojisi yok sayılmış oluyor. İnsan, en kötü koşullarda yaşayıp psikolojik olarak sağlıklı olabiliyor (bkz. Nazi toplama kampından sağlam çıkmış varoluşçu psikolog Victor Frankl) ve iyi koşullarda yaşayıp sağlıksız da olabiliyor.

Üçüncüsü, Gezi’yle trafik kazalarını karşılaştırmak ne kadar doğru? Trafik kazaları, çoğunlukla, az sayıda kişinin yaşadığı tekil deneyimler; Gezi ise, kitlesel bir direniş. İkisi aynı kefeye konulursa, uygulanan terapi ne kadar başarılı olabilir? Bu açıdan, Gezi, topluca yaşanan bir deneyim olarak depremle daha yakın bir durumda. Ancak, Gezi direnişinde, depremde olduğu gibi sıkışıp kalma durumu (nesnel boyut) ya da hissi (öznel boyut) sözkonusu değil. Travma yaşayanlar, azınlık; çoğunluksa, sapasağlam.

Bir başka ifade, şöyle: “Şiddet kullanmadan da protesto yapılabileceğini, geri kalmış toplumlarda olduğu gibi ses çıkarmak için illa bir yeri yakmak gerekmediğini gösterdiler.

Geri kalmışlığı, güvenlik güçlerinin saldırganlığı yerine protestocuların eylem biçimine bağlamak ne kadar doğru? Travma yaşayan kimi direnişçilerin birşey yaptıkları için değil bir şey yapmadıkları için kendilerini suçlu hissettiklerinin farkında mıyız?

Bir başka ifade: “Ben üniversitede öğretim görevlisi olduğum halde onları sorumsuz, olaylara nötr bakan, apolitik gençler olarak görüyordum. Ama haklarını demokratik şekilde arayıp Başbakan’la muhatap olacak hale geldiler.

Daha önce bir yazıda belirttiğimiz gibi (bkz.), bu tür sözler, orta yaş ve üstünün direnişe katılma sorumluluğunu gençlere yüklemiş oluyor. Üstelik, direnişteki birçok orta yaş ve üstü insanı da görünmez kılıyor. Üçüncüsü, Başbakan’la görüşmeye gidenlerin 90’lı gençlik olmadığı gerçeği unutuluyor. Aslında, bu yorumlardaki yanlışlar, başta belirtildiği gibi, direnişin içinde bulunmamaktan kaynaklanıyor. Gezi, günlerdir açıktı; forumlar da sürüyor. Katılımcı gözlem ve eylem araştırması gerekli.

* * *

Bir başkasını alalım (bkz.): Bir psikolog, “direnişe katılanların etkileyebilen, eyleyen özne olduğunu görünce çaresizlik ve umutsuzluk duyguları ciddi derecede azaldığını aktivizmin, doğal bir anti-depresan olduğunun da altını çiziyor.” deniyor. Çok doğru. Bu, aslında, anaakım ve sol akım psikolojinin bir tür özeleştirisi gibi. Türkiye’de solda duran psikologların çoğu, psikolojiyi ayrı; solculuğu ayrı yapıyor. Psikoloji pratiğinde ve bilgi üretiminde, ikisini bir araya getiremiyor. Dolayısıyla, bu ikili yaşamda, Amerikancı ve indirgemeci bilimin bir parçası olarak uygulanan psikoloji ve ondan ayrı olarak, ayakları yere basmayan bir solculukla karşı karşıya kalıyoruz. Madem, aktivizm, doğal bir anti-depresandı; neden reçeteye bundan önce yazılmadı… Neden çözüm aktivizmken, sol ile psikolojiyi birarada kullanmayan solcu psikologlar, başka terapiler uyguladı… İnsanlara verilen zararı kim karşılayacak?

Yine de, olumlu bir ifade olarak şunu analım: “Aktivizmin ve onun olan biteni anlamlandırma kapasitesinin psikolojik olarak koruyucu ve hatta geliştirici etkileri olduğu söylenebilir, ancak yine de herkes farklıdır ve bütün bu olaylardan olumsuz etkilenen insanlarımız da tabii ki vardır.” Öte yandan, bu söyleşi, daha önceki bir yazıda belirttiğimiz, “eskiden iyilerdi; bir sürü reformlar yaptılar; askeri vesayeti kaldırdılar; sonradan bozdular” biçimindeki yanılgıya da düşüyor. Oysa, AKP, başından beri böyleydi; ilk günden beri, insan hakları ihlallerine imza atıyordu. AKP’nin kendi karşısındaki güçleri bertaraf etmek için yaptığı hamleleri reform olarak görmek, çözümü de şuraya çekmek anlamına geliyor: “AKP, lütfen daha önceki gibi ol. Aslına dön. Seninle bir alıp veremediğimiz yok. 2011 öncesi anlayışa dön, biz seni yine destekleriz.” Bu yorum, söyleşide daha sonra gelen cümlelerle destek buluyor:

Gezi içinde de zaman zaman hükümetin icraatlarına değil de varoluşuna yönelik bazı tepkiler de oldu, kutuplaşmayı artırıcı bir şey. (…) Onlar ve biz üzerinden gidecek direniş ve eylemlilik kimseye fayda getirmez. Gezi direnişinin çıkış talepleri yani ‘park park olarak kalsın’ ve ‘saygı gösterin, aşağılamayın, biz de varız’ talepleriyle sınırlandırılabilirse, eminim ki herkes, AKP’ye oy verenler de bu talepler çerçevesinde toplanabilir.

Bu sözleri söyleyenlerin direnişçilerle hiç konuşmadıkları, Gezi’ye ve forumlara da gitmedikleri anlaşılıyor. Kaldı ki, bunlar, psikolog yorumu da değil; fakat psikoloji pratiğini ve bilgisini bu tür bir anlayış üzerinden kurarsak, nasıl olacak bu terapi?

Selçuk Candansayar, Birgün’de yayınlanan 24 Haziran 2013 tarihli yazısında, Gezi Parkı ile ilgili yapılan çeşitli akademik açıklamalara güzel bir yanıt veriyor (bkz.). O yazıdan alıntılayalım:

“(…) İçinde olmadığımız ve fakat bir şekilde bizim ‘rahatımızı kaçıracağını’ sezdiğimiz durumlarda kendimizi korumak için başvurduğumuz ana savunma, ‘olay’ın ruhsal ya da toplumsal kaynağını bulma çabası olur. Anlamaya değil açıklamaya çabalarız.

Böylece psikoloji (psikiyatri) ve sosyoloji iktidarın kendi meşruiyetini koruyabilmek için devreye soktuğu yedek güç haline gelir. İki disiplinin iktidar yancısı uygulayıcıları da ellerindeki ‘bilimsel aracı’ isyanı bastırabilmek ve var olan düzeni yeniden tesis edebilmek için kullanmaktan çekinmezler. İktidarı korumaktan gayeleri temelde kendilerini de korumaktan öte değildir. Var olan iktidar ağından beslendikleri için bir çeşit ‘ekmek kavgası’ yürüttükleri bile söylenebilir.

Gezi isyanı da tarihteki diğer iktidar karşıtı isyanlar gibi muktedirin gönüllü bekçiliğini yapan yancı bilimcilerin ‘psikolocik’ ve ‘sosyolocik’ tahlillerinin hücumuna uğradı kısa sürede.

Adlarının önünde afili akademik unvanlarıyla yancı bilimciler, muktediri ayakta tutabilmek ve isyanı bastırabilmek için ellerindeki her türden teorinin gözünü çıkarma pahasına sallayıp duruyorlar.

(…) Daha içler acısı olan ise isyancılar TOMA’lardan sıkılan zehirli suyla boğuşurken, biber gazından boğulmamaya çalışırken ellerinde anket kağıtlarıyla araştırma soruları yöneltmeye debelenen, ardından çıktığı televizyon ekranlarında Amazonda medeniyetten habersiz kabile bulmuş antropolog edalarında döktürenlerdi.

Ama en komikleri baba imgesiyle kafayı bozmuş ‘psikolociciler’. Yok bu kuşak ‘y’ kuşağıymış, aslında bu bir babaya isyanmış, baba biraz müşfik olsa bu haşarı çocukların söylediklerini dinlese hiçbir sorun kalmazmış. Ergenmiş bu isyancılar o yüzden azıcık bağırıp çağırarak dile getiriyorlarmış dertlerini. Bu çocuklar geleneksel baba disipliniyle büyümemişlermiş, aslında bu deli dolulukları AKP’nin on yıldır sağladığı demokratikleşme ve özgürleşme başarılarının bir meyvesinden öte değilmiş. Miş miş de mış mış, sallayıp duruyorlar.

(…) Taksim’de Beyoğlu’nun ara sokaklarında, Kuğulu’da Tunalı’da, Kızılay, Gündoğdu, Antalya, Antakya velhasıl ülkenin meydanları, parkları ve sokaklarında her yaştan isyancıyı, anne baba çocuk, ailecek elele biber gazına karşı duran halkı ne yapacak bu baba isyanı yorumcuları belli değil.”

Evet, Candansayar’ın da belirttiği gibi, açıklamak değil anlamak olmalı esas konu. Ancak, Gezi direnişçilerini anlamak da değil; forumlara katılarak, birbirini anlamak ve başkalarına birbirini anlatabilmek… (UBG/HK)

Ulaş Başar Gezgin
27 Haziran 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; bianet.org