Bianet: Gezi Parkı Protestoları ile cismini sokağa dökenler

Gezi sürecinin payandası atölyeler aracılığı ile tanışma, sorularımızı sorma fırsatı bulduk. Gezi sürecinde yaşadıklarını, yaşam koşullarını, atölyeleri, gelecek tahayyüllerini kendilerinden dinledik.

pep1

Dünya, yapıları arasında farklılıklar olsa da 2003’te Japonya’daki “Freeter” denilen topluluğun protestolarından Amerika’daki Occupy Wall Street’e kadar, asıl eksenini beyaz yakalıların oluşturduğu birçok harekete tanık oldu.

Türkiye’de ise 31 Mayıs’ta başlayan Taksim Gezi Parkı protestolarında sokağa dökülen çok sayıda beyaz yakalı gördük. Uzun süredir yapılan analizlerin de gösterdiği gibi Taksim Gezi Parkı protestoları, farklı kesimler için çok sayıda söylemi, soruyu ihtiva ediyor.

Hareketin payandası atölyeler aracılığı ile tanışma, sorularımızı sorma fırsatı bulduk. Gezi Parkı sürecinde neler yaşadıklarını, yaşam ve çalışma koşullarını, atölyeleri, gelecek tahayyüllerini bir de onlardan dinlemek istedik.

Hareketin içinden Esra ve Ayça ile Plaza Eylem Platformu gibi yapılanmaları ve beyaz yakalı atölyelerini konuştuk.

Hangi sektörde çalışıyorsunuz?

Esra:  Web-grafik tasarım üzerine bilişim sektöründe çalışıyorum.

Ayça: Denetim sektöründe çalışıyorum. Şirketlerin mali yapılarını denetliyorum.

Gezi Parkı protestolarına neden ve nasıl katıldınız? Protestolar süresince neler yaşadınız?

Esra: Aslında benim katılımım daha çok fikren oldu ve dışarıdan destek verebildim. İstanbul’da veya yoğun eylemliliklerin olduğu bir şehirde yaşamıyorum. Ancak, üç aydır hayatım bilgisayarın başında geçiyor. Her haberi, her eylemi ve sonuçlarını anında öğrenmek gibi bir ihtiyaç içindeyim. Hayatımın hiçbir döneminde böyle bir toplumsal hareketlenmeye şahit olmadım. Belki şerh düşmek gerekiyor; bir tek Hrant Dink cinayeti sonrası, Agos önüne toplanan kalabalığı örnek gösterebiliriz buna. Gezi direnişleri sırasında da benzer bir dinamik insanları harekete geçirdi demek mümkün. Son damla etkisi, artık yeter deme ihtiyacı duydu insanlar.

Beyaz yakalıların şu süreçte kitlesel olarak sokaklara dökülmesi bir ilk olmakla birlikte aslında örgütlenme, bir araya gelme çabaları uzun bir süredir devam ediyor. Direniş sadece sokağa dökülmek için adım atma cesareti verdi. Daha dün 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyenlere veya Emek Sineması’nın yıkılmasına karşı çıkanlara yönelik orantısız güce şahit olmuştuk. Toplanmanın, hak aramanın veya size sunulandan farklı bir şey talep etmenin meşruiyeti yoktu. Gezi direnişi hem bu meşruiyeti sağladı, hem de herkesin istediklerini dile getirebileceği bir platform oldu.

İçinde bulunduğum Plaza Eylem Platformu da ilk günden Gezi Parkı’ndan gelen destek çağrısına kulak verdi. Çağrı yapıldığı gün ve ertesinde yazışmalarımız, günlük ihtiyaç listesi, direnişle dayanışma ve protestolar üzerineydi. Zaten parkta bir masa edinip ulaşabileceğimiz herkese PEP’i anlatmaya çalıştık.

Plazalara, iş merkezlerine tıkılmış insanlar olarak bir ağaç gölgesinin altında oturma, çimlere yayılma fırsatı kaçırılacak bir teklif değil bizim için. Bizim harekete geçmemiz zor olmadı. Ancak örgütlü olmayan insanlar için ne demek gerek? Beyaz yakalılar için para vermeden veya uygun bir zaman dilimi ayarlamaya çalışmadan derdini birine anlatabilmek büyük bir lüks. Parmakla gösterilmeden kendini ortaya koyabilmek, hayatın üzerinde söz sahibi olduğunu hissetmek…

Çağrıya uyarak gittiğiniz bir mitingde konuşmacılar bellidir, program bellidir, hele de arkadaşlarınızla gitmiyorsanız ve yeterince kalabalık varsa orada olmak anlamsızlaşabilir. Gezi direnişi, birlikte organize edilen herkesin diyeceğine, önerisine, eylemine alan açan bir süreçti. Bu yüzden kimse “ya zaten yeterince kalabalık ben olmasam bir şey değişmez” demedi. Her gün Gezi Parkı mesaisi yaptı.

Ayça: Üniversiteden sonra mücadeleye bulunduğum yerden katkıda bulunacağımı düşündüğüm için kabuğuma çekilmiştim. Koyacağım katkının işe yarayacağına dair bir umudum yoktu. Yaklaşık altı yıldır herhangi bir eyleme katılmamıştım. Fakat yine de İmece Toplumsal Şehircilik Hareketi ve Plaza Eylem Platformu’nun eylemliliklerini izliyor ve mail listesindeki tartışmaları takip ediyordum.

Beni kabuğumdan çıkaran şey Emek Sineması mücadelesi oldu. O mücadeleye de Emek Sineması yıkılmadan biraz önce destek olabildim. Ama maalesef Emek yıkıldı. Şimdi dönüp baktığımda Emek Sineması sürecini, Gezi sürecinin öncülü bir süreç gibi okuyorum.  Gezi Parkı’nda da Emek Sineması’nda da kamusal birikimle yapılan bir alan bize sorulmadan sermayeye satılmaya çalışıldı. Üstelik Hem Gezi Parkı’nda hem Emek Sineması’nda hukuki süreç devam ediyordu. Gezi Parkı’nda sürece karşı çıkamasaydık “Ağaçları kesmiyoruz, hatıra ormanına koyacağız” diyeceklerdi. Emek’te  “Sinemayı yıkmıyoruz, taşıyoruz”  diyebilme aymazlığını gösterebildiler.

Türkiye’de on yıllardır özelleştirmelerle başlayan süreçte kamunun biriktirdiği ne varsa sermayeye satmaya başladılar. Emeğe olan saldırılar bile kabullenilmiş, insanlar köle gibi hiçbir yasal hakkı olmadan çalışmaya alıştırılmıştı.

Sıra sinemamıza, parkımıza kadar geldi. Artık bu nokta insanların soluksuz kaldığı bir noktaydı. Korku eşiğini nasıl aştınız, polisin karşısında nasıl durdunuz derseniz; herkes bu sıralar polis karşısında aynı dirayeti taşımıyorken kendine bu soruyu soruyor.

Herkes gibi benim de kodlarımla oynandığını, yaşama hakkımın elimden alındığını hissettiğim çok an oldu.  Ama en çok kadın olmaktan aşağılanmak, iktidarın izin verilse kadınları bir kaşık suda boğacak olma hali, iş yaşamından kadınların silinmeye çalışılması benim kodlarımla en çok oynandığını hissetmeme neden oldu.

Daha dün gibi aklımda başbakanın dalga geçer gibi ne kadar çok doğum o kadar erken emeklilik yaşı vaadi. Bu düzenlemeler, zaten zor iş bulan, iş yaşamında tutunmakta zorlanan kadınların, iş bulmasını daha da zorlaştıran düzenlemeler. Polisin karşısında durmamın diğer bir nedeni de yaşanan polis şiddeti. Karşında seni tanımayan, benim yurttaşım değilsin diyen bir iktidar var. Üstelik senin yaşam tarzını yaşam alanlarından silmeye kararlı, üstelik seni de.

Gezi Parkı’nda çadırlar kurulmaya başlandığında ben zaten mesaiyi bitirip Gezi Parkı’na gitmeye başlamıştım. Tabi ki olayın bu kadar toplumsallaşacağından haberim yoktu. İş yerimde benzer bir duyarlılığın gelişeceğini tahmin edemezdim.

31 Mayıs günü çok ilginç şeyler olmaya başladı. Saat 5’e doğru yine Başbakan televizyonda olayı tırmandırıcı konuşmaları yaparken herkes bilgisayarlarının başında toplanmaya sesi açmaya, mırıldanmaya başladı. Herkes iş çıkışı Gezi Parkı’na eylemlere katılsak mı onu tartışmaya başladı. Daha önce en ufak bir şey konuşulmamış konu ile ilgili. Ama eczanelere gittik. Talcidli sular hazırladık. Gözlükler bulduk. Daha önce belki hayatlarında eylem nedir bilmeyen iş arkadaşlarımızla eyleme katıldık.

31 Mayıs’ta Taksim’e gitmek var olma meselesi haline geldi herkes için. Taksim’deyken birileri “Polis çevirdi burayı” diye yanımıza geliyordu. Kimsenin artık umurunda değildi.  Artık var olma mücadelesi veriyorduk çünkü.

Pazartesi işe gitmek istemedim. Bulunmam gereken yer Gezi Parkı’ydı. Sabah zorla işe gittim. Şimdi iyi ki işe gitmişim diyorum. Gezi sürecinde herkes bulunduğu yerden, uzman olduğu meslekte nasıl direnişe katkı koyabiliriz diye düşündü. O gün Gezi’ye gidemedik ama NTV protestosuna katıldık.

Ben insanların arasındaki iletişim kanallarının bu kadar açıldığı bir eylem daha görmedim. Belki yarım saat içinde eylem kulaktan kulağa yayıldı. Asansörlerde insanları eyleme çağırdık.

Plazalardan yüzlerce kişi karıncalar gibi hiç sırayı bozmadan Maslak’ın o dar yollarında NTV’nin önüne geldik.  Müdürüm önümde yürüyordu mesela inanılmaz bir andı benim için.  NTV’nin kapılarına dayandık. Canlı yayın kamerasının gelmesini talep ettik.

Bir taraftan da Gezi Parkı ile birlikte direniş Maslak’taki NTV protestolarına ve banka hesabı kapatmaya kadar sıçradı. Sizce Gezi Parkı beyaz yakalılar için neyi tetikledi?

Esra: O ana kadar dile gelmemiş öfkelerin, bıkkınlıkların dışavurumu. Kendini gizlemekten “yahu ben de buyum” demeye geçiş. Beyaz yakalıların sosyal evreni, çeşitli imtiyazlarla örülmüş olsa da aslında bu imtiyazların bedelini her adımda ağır şekillerde ödeyen bir kesim olduğu unutuluyor. O imtiyazları elde edip aynı zamanda elde tutabilmek için akıllara zarar bir çaba harcamak zorundasınız. Ve bir işyerinde sürekli değişen kadro dışında bu konuda tutarlılık gösterebilen insan sayısı çok azdır.

Onlar da patronlar tarafından küçük pirimler, ortaklıklar veya statülerle ödüllendirilir. Gayret de o azın içine girebilmeye harcanır, ama yer yok işte. Onun dışındakiler oradan oraya sürüklenen ve her sürüklenişine bir anlam vermeye çalışan çok çaresiz bir topluluktur.

Bir sonraki iş yeri daha iyi olacaktır, hedefler doğru belirlenecektir, daha fazla maaş istenecektir, “prezantabl” olunacaktır, mesleki kurslara gidilip eksikler tamamlanacaktır. Yani hep sizde bir arıza vardır. Kusurlusunuzdur.

Bu kusurlar yüzünden o azın içinde yer alamamışsınızdır. Basit bir hesap yapsak, şirketlerin içindeki bu özel kadroları bir de üniversite mezunlarını oranlasak, seçilmiş olma şansının piyango biletinin bize çıkmasıyla eşit ihtimalde olduğunu anlayabilirdik. Yani büyük bir bölümümüzün zaten tek şansı elenene kadar o döngüye katılmak. Döngüde kalabilmek için bile çift mesai yapmak zorundayız. İşimiz evde, tatilde devam eder.

Bunun böyle olacağını anladığınız andan sonrası ise tam bir işkencedir. Farkında olsun olmasın, bence sokağa işkencede olanlar çıktı. Tarif edemediğiniz bir duygu yaşarsınız da karşınıza “bunun sebebi şudur” gibi içinizi soğutan bir açıklama çıkmaz da Gezi Parkı çıkarsa, cevabı hemen bulursunuz. Yani Gezi direnişi yaşadığımız sorunlara bir ışık tuttu. Aradığımız veya aradığımıza benzeyen şeyleri tarif edebilmemizi sağladı.

Ayça: Beyaz yakalılar çok kötü koşullarda çalışıyor. Çalışma koşulları çok kötüyken yaşam koşulları da kötü. Mesela ben Maslak’ta çalışıyorum. Milyon dolarlık projelerin, 30 katlı plazaların helikopter pisti bile var.

Ama helikopterin indiği Maslak’ta ben yürüyemiyorum. Zaten çalışma yaşamıma dair her hakkımdan vazgeçmişken, Maslak’ta bir metrekare bile yeşil kalmamış. Rant alanı haline geldiği için Maslak’a yakın herhangi bir bölgede oturamıyorum. Uzun saatler çalışırken bir de uzun saatlerimi ulaşım için harcıyorum.

Otobüsle seyahat ederken pencereden dışarı bakmak bile reva görülmemiş otobüs pencerem bile reklam ile kaplı. Plazaların içi AVM,  her taraf reklam panosu, tuvaletlere kadar, yemek yiyebileceğim yer bir AVM, onu da bana verilen yemek parası ile Maslak’ta karşılayamıyorum. Çünkü ben çalışan değil tüketici olarak görülüyorum. Statümü ne kadar çok tükettiğim belirliyor ve borç içindeyim.

Maslak’ta NTV protestolarına katılan beyaz yakalılar sisteme köleyim, köle olduğumun farkındayım; ama bizi salak yerine koyarsan biz buna karşı çıkarız demiş oldular.

pep2

Şu dönemde yaşam ve çalışma koşullarınızı anlatan bir grubunuz var mı?

Esra: Plaza Eylem Platformu.

Ayça: Evet Gezi Parkı direnişinden önce tanıştığım Plaza Eylem Platformu ve Gezi Parkı’ndan sonra hem Abbasağa hem Yoğurtçu Parkı’nda oluşan forumlardan çıkan Beyaz Yakalılar atölyeleri.

Plaza Eylem Platformu ve/veya beyaz yakalı atölyelerinden nasıl haberiniz oldu, ne zaman katıldınız?

Esra: Biraz önceye gideceğim izninizle. 2010 yılında çalıştığım iş yerinden “Organizasyon değişikliği“ nedeniyle atıldım. Normalde 3-5 gün sürmesi gereken ayrılma süreci o gün şirket çalışanlarına attığım mail sebebiyle 1 saate sıkıştırıldı. 1 saat içinde hesabım kesildi, dertop edildim ve kapı önüne kondum.

Açıkçası dalmışım, normalde bu süreci hazırlayan bir sürü gelişme olmuş olmasına ama görememişim. Sürecin kırıcı ve aşağılayıcı bir biçimde geliştiğini söylememe gerek var mı bilmem.

Ve 80 kişinin çalıştığı, 2 senedir de birlikte yediğim, içtiğim arkadaşlarımdan anlamlı bir destek de göremedim. Şaşırtıcı değil tabii, ilk defa bu durumda kalan ben de değilim. Ama böyle bir anda o kadar tek başınasınız ve yasal, hukuki, legal adına ne derseniz deyin bir koruma, güvence, destek mekanizması da yok arkanızda.

Dolayısıyla hiç beklemediğim bir anda ve ilk defa başıma böyle bir şey gelmesinin sarhoşluğuyla eve gittim. İlk tepkim senelerdir muhabbetini yaptığımız şimdiyse elimle tutabileceğim kadar somut olan bu ihtiyacı nasıl giderebileceğimle ilgili araştırma yapmak oldu.

Meslek örgütleri ve denenen sendika çalışmalarıyla ilgili bilgilere baktım. IBM sürecinde kurulmaya çalışılan ama sendikal hakların altının oyulması yüzünden hayata geçirilememiş bir iki deneyim kırıntısı dışında bir şey yoktu.

Bu haberlere bakarken tesadüfen x firmasında çalışan işçilerin açtığı “işe iade davasını” kazandıklarıyla ilgili bir haber okudum. İşe iade davalarını araştırdım, dava açmak için uygun koşullara sahip olduğumu anlayınca bir avukatla görüştüm.

Benim için bu bireysel bir mücadele değildi ama hukuk hak aramanın sadece bireysel yollarını açık bırakmıştı. Sonra sancılı bir dava süreci başladı. Yasada 4 ayda sonuçlanması gerektiği belirtilmiş bir dava iki sene sürer mi? Sürüyor.

İşe iade davalarıyla ilgili kitap okuyup, araştırıp dava dosyamın iddia, ispat, kanıt gibi birçok kalemini ben hazırladım. Ne yazık ki bu konuda avukatların birçoğu o güne kadar olan emsal kararların veya hükümlerin dışında bir iddiaya sahip değiller.

Benimse deneysel bir bakış açısına ihtiyacım vardı. Dava bireysel olunca kimse buna toplumsal bir açıdan yaklaşmıyor. Ama bireysel olması benim suçum değil ki! Kaldı ki etkileri açısından oldukça toplumsal bir dava.

Bu şirkete ilk dava açan benim, sektörde olup da hakkını arayan insan sayısı parmakla gösterilecek kadar az. Neyse, sonuçta işe iade davaları konusunda epeyi bilgi sahibi oldum. Davayı da kazandım.

Ama velakin tazminatımı vermemek için işe çağırmayı üstelik sürgün koşullarında istihdam etmeyi tercih ettiler. Ben de madem bu kadar bilgi biriktirdim bunları paylaşmalıyım diye bakınırken iş piyasasında olmadığım o iki sene içinde Plaza Eylem Platformu ve Biçda adında iki yapılanmanın oluştuğunu gördüm. Eposta yazıp deneyimimi aktarmak istediğimi söyledim ve buluştuk.

PEP’te o gün toplantıya katılanlar herhalde bu kadar soluksuz konuşan birini daha önce görmemişlerdir. O kadar biriktirmişim ve anlatmaya ihtiyacım varmış ki sular seller gibi anlattım hikâyemi. Ve ilgiyle, sorularla katılarak dinlediler.

Ayça: Plaza Eylem Platformu’nu uzun süredir biliyorum. Emek Sineması mücadelesi beni kabuğumdan çıkardı. Ve daha sonra Plaza Eylem Platformu’nda mücadele vermeye karar verdim.

Beyaz Yakalılar atölyeleri de forumlardan çıktı ve ilk başından beri atölyelerin içindeyim.

Plaza Eylem Platformu’nun, kişisel tarihinizdeki yerini de düşünerek, sizce anlatmaya çalıştığı şey nedir?

Esra: Birlikte olmak. Dayanışmak, dinlemek ve dinlenmek. İnsanlık tarihinin devasa sorunlarıyla küçük bir grubun baş etmesini beklemiyorum elbet; ama bu insanların bir araya gelmesi, özellikle bir araya gelemez denilen bir kesim içinde bunu başarmış olması benim için yeter de artar bile. Kaldı ki fazlası da var, çalışma zorunluluğu ile ilgili tartışabileceğiniz kişi, grup sayısı azdır.

Çalışmanın kutsallığı, üretimcilik perspektifiyle iliklerimize kadar işlemişken bunu tartışabilmek, hatta bu konuda uzlaşabilmek beklentimi aştı. Yaşamak için çalışmak zorunda mıyım? Yaşamı başka türlü örgütlemenin yolları üzerine düşünemez miyiz? Bu soruların kafamda serbest kalmasını sağladı gruptaki insanlarla yaptığım etkileşimler.

Ayça: Plaza Eylem Platformu’na kendim gibi insanları bulmak için gitmiştim. İş yaşamı insanı tüketen, bitiren bir yaşam. Benim gibi insanlarla dayanışmak için gittim. İş yaşamında yaşadığımız şeylere birlikte konuşarak farkındalık yaratmaktı amacımız.

Gezi Parkı direnişinden öğrendiğimiz gibi artık direniş zamanı ve beyaz yakalılar atölyesinde yaşadığımız bu zorluklara karşı nasıl direniriz onu konuşuyoruz. Önceden de tabi ki mücadele içindeydik ama Gezi süreci bize bambaşka bir şey öğretti Gezi ile birlikte başka türlü yaşanabileceğini öğrendik.

Geçen hafta fazla mesaiyi konuştuk,  hemen buna karşı nasıl direniriz bunu konuşmaya başladık nasıl mesaiyi reddederiz, harekete geçtik. İş yerlerimizde biz artık mesai yapmayacağız diyebilenler oldu.

İş güvenliği atölyeleri, kadın çalışmaları vb. atölyeler kurmayı konuşuyoruz. Fazla mesai yaptığımız için psikolojik sorunlar yaşayabiliyoruz. Bir arkadaşımız on iki gün art arda saat ikilere kadar çalışmış sonra bayılmış ve hastaneye kaldırılmış. Ben de sürmenaj benzeri kronik stres bozukluğu yaşıyorum.

İş güvenliği ve sağlığı bunları kapsar şekilde gelişmemiş. Oysaki çok çalışmaktan bazı zorluklar yaşıyoruz. Bunların yasal düzenlemeler kapsamına alınması için çalışacağız önümüzdeki dönem.

Mesela beyaz yakalıları anlatan bu topluluklardan bazılarının THY grevi ve Kazova işçileri ile dayanışması oldu. İşçi sınıfı ile dayanışmaya; eylemlerine, direnişlerine destek vermeye nasıl bakıyorsunuz?

Esra: “Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki” diye başlayacağım ben de… Profesyonel eylemci olabilirsiniz. Her güne 20 eylem düşer. Kişisel olarak – kaldı ki PEP’in de böyle düşündüğünü rahatlıkla varsayıyorum- tüm grev ve direnişlere destek olmak hatta bir tek kişinin bile işten atılmasına karşı orada olmak gerektiğini düşünüyorum.

PEP de Gezi Direnişi sonrası park forumlarında bir araya gelen “Beyazyakalı Çapulcular”la birlikte Kazova, Darphane ziyaretlerine katıldı. Mavi yakalılarla yaşadıklarımız arasında en ufak bir fark görmüyorum.

Temelde bir fark varsa bu kendini emekçi gibi görmeyenlere mahsustur. Böyle bir algıyla hareket edenler için her zaman başka bir yol, başka fırsatlar vardır. Mavi yakalıların yaşadıkları gibi bir çaresizliğe gömülmeden “girişimcilik” sularına dalabilir veya kendilerine yeni imkânlar yaratabilirler. Ama düşünsel olarak.

O yüzden beyaz yakalıların kafasını açtığınızda bir proje mezarlığıyla karşılaşmanız mümkündür. Ama sonuçta mezarlıkta ölüler yatar.

Bir de ruhen mavi yakalı olanlar var. Pazarlama, satış, girişim ruhundan nasibini almayanlar kendini her daim zincire vurulmuş köle gibi hissedenleri nereye koyacağız?

Kaldı ki tatlı hayaller kursak bile bu hayallerin sistemin sizi paspasa çevirmeye çalıştığı senaryolar karşısında dayanma gücü o kadar az ki. En ufak bir darbede “ben buyum” diye bir enkazı sahiplenmek zorunda kalıyorsunuz. Başarısız, tutunamamış bir enkaz. En azından size tuttukları ayna bu oluyor.

Ayça: THY grevine, Kazova işçileri ile dayanışma ziyaretlerine gittik. Fakat bu etkinlikler ne kadar işçi sınıfı ile dayanışmak demek bu konudan emin değilim.

Maslak’ta bizim için yürüyecek yol yok demiştim. Ama plazamın penceresinden aşağı baktığımda aşağıda harıl harıl devam eden bir plaza inşaatı var ve inşaatı yapan işçilerin inşaata giderken bazı yolları kullanmaları yasak.

Önceki dönemlerde bu işçilere Kürt oldukları için Maslak’ta bazı saldırılar oldu. Ben beyaz yakalılar olarak bu işçilerle burada Maslak’ta beraber direnmeden bizim içinde kurtuluş olduğunu düşünmüyorum.

Onlar o çalışma koşullarında iş güvenliğinden, sosyal haklardan yoksun bir şekilde çalışıyorlar ve bazı yolları kullanmaları bile yasakken ben köle gibi uzun saatler çalışmak zorundayım. Bir parkım bile yok. Parkım olsa 5 dakika inecek zamanım bile yok.  Beraber direnmenin yollarını bulmadan sömürüden kurtuluş mümkün olamayacak.

Her hafta salı günleri Kadıköy’de Yoğurtçu, Çarşamba günleri Beşiktaş’ta Abbasağa Parkı’nda atölye çalışmaları yapıyorsunuz. Atölyeler nasıl gidiyor?

Esra: Büyük bir laf edeyim, hayat çoğunlukla yürümeye nereden başlayacağınızı bilmediğiniz bir yola benziyor. Her an hangi yola sapılacağı bilgisi henüz navigasyon araçlarına da yüklenmedi. Bu durumda tercih üstüne tercih yapmak zorundasınız. Dönel kavşaktan sola mı dönülecek, düz mü gidilecek?

Gezi direnişine katılmak kolaydı, ilk hareketi birileri vermiş çünkü. Forumlara katılan insanlarsa daha tutuk, temkinli. Hikâyeye nereden dâhil olacaklarını bilemiyorlar izlediğim kadarıyla. Bu kararı herkesin kendi adına vermesi gerek hâlbuki. Tercih yapmak mı yapmamak mı daha kolay?

Bazen direksiyon rahatlıktan yana bükülebiliyor. Var olan konfor ve “huzur” düzeyi terk edilmek istenmiyor haliyle.

Hak aramak, talep etmek, söz sahibi olmak aynı zamanda kabak gibi açıkta olmak demek. Kalabalıklarda yitip gitmek gibi değil. Dolayısıyla biraz meydan hâlihazırda bir yapılanma içinde olanlara kaldı. Bu da aşılacak ikinci eşik bence. Evet, korku eşiği aşıldı bir de örgütlenme eşiği aşılırsa harika olacak.

Bu ortamda direnmeye devam edenlerse gerginliği uzun süre taşıma alıştırması yapmış oluyor. Çünkü bir yandan boykot edilen medya hala medya ve hala var.

İnce ince marjinal gruplar – çevreci çocuklar, isyan-huzur, hataları vardı ama bizimdi, siyaseti politikacılar yapar, gibi başlıklarla nitelendirilebilecek bir yayın politikası izlemeye devam ediyorlar. Ateşten topu atacakları bir kitleyi yedekte tutuyorlar. 3. Dünya savaşı Gezi direnişçileri yüzünden çıkabilir her an. Bir Princip bir de Ferdinand bulduk mu tamam. Yaratılan hava bu.

Ben herkese günde 40 kere “örgüt güzeldir, örgüt iyidir, örgütlenmek suç değildir” demeyi tavsiye ediyorum. Bu yapış yapış liberal özgürlük söyleminden başka türlü arınamayız.

Öte yandan gündem seçimlere kilitlenmeye çalışılıyor. Bu durumda görevimiz de forumlara değil sandığa gitmek oluyor. Hâlbuki insan kendine şunu sorabilir boş bir vaktinde, “Neyin temsil edilmesini istiyorum.”

Yani herhalde hayalimiz, seçtiğimiz kişinin katıldığı araba yarışında karşısına çıkan tüm rakipleri ezerek, yoldan çıkararak birinci olmasını görmek değildir. O zaman konuşmamız gereken daha temel şeyler var, “Var olmanın başka yolları var mı?” mesela. Çünkü bizi temsil etme iddiasındaki seçenekler bu yollar üzerine düşünmüyor. Onlar ecdatlarının açtığı yoldan gidecek, nasıl ezeriz, nasıl geçeriz, nasıl yıkarız, nasıl büyürüz telaşındalar.

Ayça: Hiç fena değil. Kendi aramızda sendikalaşma, yapı kurma tartışmaları var. Onun dışında fazla mesai, iş sağlığı ve güvenliği gibi konularda konuşup harekete nasıl geçeriz onu tartışıyoruz. Aramızdaki iletişim ağlarını geliştirmeye çalışıyoruz.

Sizce beyaz yakalıları anlatan, diyelim ki sizin de dâhil olduğunuz PEP’in, Türkiye’deki beyaz yakalıların hayatlarına dair nasıl bir gelecek tahayyülü var?

Esra: Kesinlikle daha az çalışma. Saat konusunda bir tartışma yürütmedik ve metinlerimizde bu 6 saat olarak dile getiriliyor ama ben çoğunluğun gönlünden geçenin günde dört saat mesai olduğunu düşünüyorum.

Bal gibi yaşarız ve istihdam sorunu da kalmaz. Şimdi sevmediğimiz ve saymadığımız ama “seçilmiş” olduğu için iradesine tabi olduğumuz iktidarlar mı dillendirecek bu talebi? Veya önümüzdeki seçimde ülkeler arası rekabet yarışına girmeyi reddedip bunu talep edebilecek bir siyasi oluşum var mı? Örneğin tekrar parlatılmaya çalışılan CHP. O kendinden müphem özgürlük söylemiyle, bugüne kadar fırsat varken sahip çıkmadığı sahte laiklik söylemiyle muhalefet. Peki bizim için ne diyor, çalışın köleler dışında?

Hey Tekstil işçileri güzel bir afişle çıkmıştı Gezi Parkı’na: “Patronumuz Aynur Bektaş’ın koruyucusu CHP’ye ve AKP’ye karşı çıkıyoruz” dediler. Hemen postalandılar tabii.

Bizim özgürlüğümüz girmek zorunda kaldığımız o plazaların, fabrikaların içinde bitiyor. “Özgür” birer birey olarak hayatımızı satıp karşılığında verdikleri 3 hadi bilemedin 5 kuruş parayla hayata benzer bir şey yaşamaya çalışıyoruz. Bu kıstırılmışlığı “hayatın gerçekleri”, “bu nüfus başka türlü doymaz”, “rekabet etmezsek batarız” kabızlığından başka bir dille tahlil edebilecek siyasi oluşumlarla anlaşabiliyoruz doğal olarak. Yani bizim istediğimiz; özgürlük+1.

Biz rekabetten vazgeçip bunun yerine dayanışmayı koyabiliyorsak, ülkeler de, siyasetler de bunu yapabilir. Sidik yarışını devam ettirmenin üzerinde yaşadığımız zemini de elimizden alacağı artık anlaşılmıştır herhalde.

Olay elbette 3-5 ağaç olayı değil. “Olaylar, olaylar” hatta. Kaz Dağı’nın madenler için delik deşik edildiğini, Bergama’da tüm hukuki kararlara rağmen KOZA diye bir şirketin altın çıkarmaya devam ettiğini, siyanürlü havuzlarında yüzdürdüğü ördeklerin ertesi günü görmediğinden sürekli değiştirildiğini, duble yol ve beton duvardan bir hayat edinmemiz istendiğini, beton üstüne beton çıkmak için dağların dümdüz edilip bina harcına katıldığını, derelerimizden iyilik güzellik için akan suların 70 kilometrelik borulara tıkılarak bütün canlardan esirgendiğini, patronların esnekleştirme gibi afili bir adla hiçbir sorumluluk üstlenmeden işçi çalıştırabilmesinin yollarının çoktan açıldığını, ucuz işgücünü artırabilmek adına tarımın yok edildiğini ve insanların kitleler halinde şehirlerde yaşamaya mecbur bırakıldığını bilmek için yukarıdan bakmaya gerek yok.

Her gün yaşadıklarımız bunlar, işin kötüsü bunlar birilerine hoş geliyor, güzel geliyor. Adamların tek zenginlik anlayışı para. Başka zenginliklerin esamesi bile okunmuyor. Paradan başka zenginlik kaynağı var mıdır, desek ne cevap alırız merak ediyorum. Beton, diyebilirler mesela.

Bütün bu kararlarla giderek yoksullaşan, yoksunlaşan bir hayatı yaşamamız isteniyor. Manzara resimlerine bakarak, iki kişi bir araya geldiğimizde paramızla huzur satın alarak, yılda en fazla 15 gün tatil yaparak mutlu olmamız isteniyor.

En azından şunu söyleyebiliriz çoğunluk yani dünya nüfusunun %90′ı kendi haline bıraksan bu kadar kötü, bu kadar bencil değil. Kalan yüzde %10′da sürekli arkasını kollayarak yaşıyor. Başka türlüsü mümkün hâlbuki,  artık bizim de bir tecrübemiz var.

Ayça: Gezi parkı ile birlikte hayır demeyi, ses çıkarabilmeyi öğrendik. Birbirimizi dinlemeye, derdimizi anlatmaya o kadar çok ihtiyacımız varmış ki, mesela forumlarda alakasız biri yoldan geçerken söz almak, konuşmak, derdini anlatmak istiyor ısrarla.

Biz bu çalışma koşullarında çalışmak istemiyoruz. Gezi direnişinden sonra aramızda köprüler kurduk. Bu köprüler çoğalsın ve iş koşullarımıza dair ses çıkaralım istiyoruz. Koşullarımız çok zor. Artık böyle çalışmak istemiyoruz ve eskisinden farklı olarak artık umudumuz var. (RK/YY)

*Söyleşiyi yapmamda emeği geçen Serhat Bilgiç’e çok teşekkürler.

Roza Kamiloğlu
31 Ağustos 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; bianet.org