Bianet: Anaakım psikolojinin eleştirisi ‘Direniş ve Psikoloji’ – Ulaş Başar Gezgin

Gezi’yi psikolojik açıdan incelerken, geçirgen bir psikoloji anlayışının esas alınması, şart. Geçirgenlikten kasıt, psikolojinin diğer toplumsal bilimleri dışlamayacak biçimde açıklama yapması.

gaz

“Direnişte psikolog/psikiyatr olarak bulunmanın bir anlamı var mı? Direnişte psikolog olarak ne yapılabilir?”

“Gezi direnişinin anaakım psikoloji söylemlerinin dışında bir psikoloji söylemi ile nasıl anlayabiliriz?”

“Direnişçiyi birey olarak anaakım söyleme düşmeden nasıl anlarız?”

“Toplumun ve bireyin dönüşümünü nasıl yorumlarız?”

“Direnişe katkı sağlamak için psikoloji neler yapabilir?”

Bu yazıda, bu soruları bir nebze de olsa yanıtlayabilmek için, Gezi Direnişi’yle ilgili olarak yazdığım psikoloji ağırlıklı yazıların (bir bölümü için bkz.) bir özetini sunuyorum ve bkz.’lerle, okuru, daha ayrıntılı yorumlara yönlendiriyorum.

Psikolojinin yöntemi

Gezi’yi yorumlayan akademisyenler, “ben nasıl dönüştüm?” sorusunu kendine sormalı. Gezi ile akademi arasındaki ilişki, Gezi’nin akademisyenler tarafından yorumlanan herhangi bir olay olmasının ötesine geçecekse, yorumlar, akademik bakıştaki dönüşümü de içermeli. Gazetecilik terimleriyle ifade edeceksek, akademiye, gazetecilik değil gonzo gazeteciliği gerekli. Diğer bir deyişle, yorumlanan öznenin nesnellik çabasında olurken aynı zamanda bu iddiada olmadığı, öznelliğinin farkında olduğu bir bakış gerekli. Akademisyenlerin sokağı (Gezi’yi) çözümlerken, sokaktan öğrenecekleri olduğunun farkına varması gerekiyor. Tümevarımla tümdengelim, birarada olmalı (bkz.).

Bu noktayla ilgili olarak, şu da dile getirilebilir: Türkiye’de solculuk ve psikologluk, çoğunlukla ayrı ayrı yapılıyor. Solcu psikolog, çalıştığı kurumda, psikolojinin neo-liberal, otoriter ve tutucu uygulamalarını gerçekleştiriyor; işten çıkınca solcu oluyor. Psikoloji pratiğinin ve bilgi üretiminin de muhalifleşmesi gerekiyor.

Gezi’yle ilgili psikoloji araştırmalarının veri toplama yollarını eleştirmemek olmaz. Katılımcı, bizzat Gezi’ye giderek ya da forumlara katılarak yapılan çalışmalara destek olunmalı; internetten toplanan ve araştırmacıların kafalarındaki şablonlara dayanan çalışmalara ise mesafe alınmalı. Gezi’ye içeriden ve dışarıdan bakışlar ayrımı, önemli. Direnişçi araştırmacılar, ‘onlar’ dili yerine ‘biz’ dilini kullanmalı; ‘Geziciler’ gibi ötekileştirici ifadelerden kesinlikle kaçınmalı. Direnişin türdeş olmaması, ‘Geziciler’ gibi ifadelerin kullanılmasının gerekçesi olamaz. Zaten hiç bir sözcük, gerçek yaşamda, kategorik olarak türdeş olan öğelere karşılık gelmiyor. Bu açıdan, ilkyargı (prototip) kuramları, incelenebilir. Ayrıca, Gezi’nin şiddetsizliği vurgulanarak, şiddetsizlik ilkesini benimsemeyen direnişçilerin ötekileştirilmesine göz yumulmamalı. Sosyal psikolojideki bizden olmayanın türdeşliği olgusu, açılabilir (bkz.).

Gezi’yi psikolojik açıdan incelerken, geçirgen bir psikoloji anlayışının esas alınması, şart. Geçirgenlikten kasıt, psikolojinin diğer toplumsal bilimleri dışlamayacak biçimde açıklama yapması. Zaten psikolojinin diğer toplumsal bilimlerle kesişmesi, onun altdallarını oluşturuyor (örneğin, sosyal psikoloji, klinik psikoloji, politik psikoloji vb. bkz.). Ayrıca, psikolojik açıdan bakarken, hiçbir olgunun yalnız psikolojiyle açıklanamayacağı unutulmamalı. Bir diğer nokta da şu: ‘Direnişe psikolojik bakış’ denince, genellikle klinik bakış anlaşılıyor; oysa, sosyal psikoloji bakışını unutmamak gerekiyor. Klinik ile sosyal karşıtlığını da keskin bir biçimde okumamalı; çünkü böyle yaptığımızda, klinik psikolojiyi tıbbi modele yaslanan ve toplumla bir ilişkisi olmayan bir bilgi adasına çevirmiş oluyoruz.

Konunun diğer boyutlarıyla ilgili olarak, kısaca, şunlar söylenebilir: Birincisi, Gezi’ye yönelik psikodinamik açıklamalardaki vulgar baba yorumlarının eleştirilmesi önemli. İkincisi, ‘direnişçilere ücretsiz yardım’ adı altında, ‘Güneydoğu’ ve deprem eksenli travma varsayımları, açığa çıkarılıp eleştirilmeli (bkz.). Üçüncüsü, egemenlerin ‘Vietnam Sendromu’, ‘Vietkong’, ‘terörist’, ‘mağdur’, ‘travma’, ‘çapulcu’, ‘Çevik Kuvvet’ (İngilizcesi, ‘ayaklanma polisi’; bu ifade, ayaklanmayı görünmez kılmayı amaçlıyor) vb. örneklerinde görülen dil savaşlarına karşı tetikte olmak gerekiyor (bkz.).

Sosyal psikoloji ve kişilik psikolojisi

Sosyal psikolojinin kavramsal araçları içinde hangilerinin ezilenler yararına kullanılabileceğine ilişkin tartışma, önemli. İlk akla gelenler, AKP yandaşlarını yorumlamak için yüklemleme, toplumsal baskınlık ve sistemi meşrulaştırma kuramları. Direniş içinse, yardımlaşma (çocukluğun etkisi, değerler, empati vb.), fedakarlık ve dayanışma ile ilgili sosyal psikoloji araştırmaları incelenebilir. Milgram ve Zimbardo deneyleriyle ve tükenmişlik sendromuyla kötülüğü sıradanlaştırmanın ötesine geçip farkına varmadan gerekçelendiren ve böylece meşrulaştıran açıklamalara dikkat edilmeli. Anaakım sosyal psikolojinin agorafobiden muzdarip oluşu (kitleleri güruh/kalabalık olarak görüp bireyi yüceltmesi), masaya yatırılmalı. İtaat çalışmaları yerine, itaatsizlik çalışmaları gerçekleştirilebilir. “Neden uyuyorlar?” yerine “Neden direniyorlar?” sorusuna odaklanmalı. Psikolojinin sivil itaatsizliği çalışmayıp bunu sosyolojiye bırakması, dikkat çekici. Gezi’nin bireycilik-toplulukçuluk tartışmalarına katkıları da incelenmeli (bkz.).

‘Gezi ve kabul edilme gereksinimi’ başlıklı bir çalışma yapılabilir. Gezi’de “biz iyi çocuklarız” izlenimi yaratılması; bu nedenle, Gezi’nin Avrupa’daki çeşitli hareketlere göre daha tutucu bir eylem olarak görülmesi, dikkate değer. Aynı biçimde, “yıllarca bekledik; sonunda halk ayaklandı” biçiminde görülen ‘doğrulama yanılgısı’ ve ‘ben-demiştim-zaten’cilik, Gezi’ye şablonlarla bakmaya yol açıyor.

‘Kişilik özelliği olarak direniş’ başlığı altında, Sağkanat Otoriterlik Ölçeği, Toplumsal Baskınlık Yönelimi Ölçeği gibi araçlarla, Gezi ekseninde araştırmalar yapılabilir. Yalnız, bunlar, şu eleştiriyi karşılamıyor: Ölçekler, tutumları ölçüyor; gerçek davranışı değil. Sözgelimi, ölçekler, toplumsal baskınlığı düşük olan eşitlik yanlısı bir insanın Gezi gibi bir durumda sokağa çıkıp çıkmadığını/çıkmayacağını saptayamıyor. Öte yandan, bu ölçekler, senaryo tabanlı ölçümlerle desteklenebilir. Anti-sosyal kişilik de, karşı-direniş için incelenebilir. Direnişin lidersizliği, liderlik kuramları ve hiyerarşi açısından ele alınabilir (bkz.). Son olarak, direnişçiliği bir kimlik olarak değerlendiren çalışmalar yapılabilir.

Tekadamcı açıklamalar (“başbakan hasta”, “kibir sendromu var” gibi), hiç de muhalif olmayıp burjuva tarihçiliğine dayandığı için eleştirilmeli. “10 yıldan fazla iktidarda kalan liderler, otokratlaşır” biçiminde özetleyebileceğimiz Kibir Sendromu’nun altında yatan “2011 öncesinde iyiydin, seni destekledik; başbakan, sen bu değilsin, lütfen özüne dön” türü varsayımlar, göz önüne alınmalı. Ayrıca, hastalık açıklamalarındaki klinikleştirme eğilimi eleştirilmeli (bkz.).

Politik psikoloji

Gezi’nin öznesi sorunu (halk, ulus, millet, sınıf(lar), birey, doğa, kent, cemaat, yaşam biçimleri, düşünceler, medeniyetler vb.), daha fazla tartışma gerektiriyor. Liberallerin sürekli vurguladığı “Gezi, bir orta sınıf hareketidir” tezinin neden yanlış olduğu saptanmakla kalmamalı; bu tezin toplumsal bellekte hangi işlevi gördüğü de (örneğin, tarihte orta sınıf dışında özne olamayacağını varsayma) çözümlenmeli. Bu açıdan, ‘kent hareketleri’ olgusunun daha ayrıntılı bir biçimde irdelenmesi gerekiyor. Sosyolojik proleterler ile psikolojik protelerler arasındaki ayrım da dikkate alınmalı (http://bianet.org/bianet/siyaset/148112-gezi-de-tarz-i-siyaset ).

“Hemen istifa edecekler ya da görevden alınacaklar” beklentisi ve sonrasında görülen “boşuna mıydı herşey” umutsuzluğu tartışılmalı. Bu umutsuzluk, istifaların ya da görevden alınmaların gelmemesi yanında, Dayanışma’nın tek bir talebinin bile karşılanmamasından ileri geliyor. Ancak, Gezi, başka başarılarla anılabilir: Birincisi, daha özerkçi bir bakışla, iktidarı almayı amaçlamak yerine, alternatif toplumu kurma çabası açısından başarılıydı. Gezi, günlerce, devletin olmadığı, insanların kendi kendilerine herşeyi planladıkları bir alternatif topluluk olarak dünya tarihine geçti (bkz.). İkincisi, Gezi sayesinde, toplum, özgüvenini kazandı. Artık, hakkını arama, daha sık görülüyor.

Akademik bakışla gerçel siyasetin herzaman çakışmadığı unutulmamalı. Örneğin, akademisyenler, bir siyaseti çeşitli gerekçelerle eleştiriyor olabilir; ancak, gerçel siyaset, aynı görüşte olmaya değil, “nerede ve nasıl biraraya gelebiliriz?” sorusuna odaklanır. Bunu ‘sol pragmatizm’ olarak adlandırabiliriz. Bunun etik olup olmadığı sorusu sorulabilir. İlk bakışta, etik değilmiş gibi görünüyor. Öyle ya, aynı görüşte olmadığımız insanlarla yanyana yürümüş oluyoruz. Öte yandan, faşizmin daha uzun sürmesine karşı (12 Eylül gibi ya da 2. Abdülhamit dönemi gibi 33 yıl), asıl, böyle yapmamak, etikdışı olacak. Farklı düşünenlerle yanyana gelmeyi bilmezsek, faşizm, onyıllarca sürecek (bkz. ).

Egemenler, politik psikolojinin bir uygulama alanı olarak, psikolojik savaş yöntemlerini onyıllardır uyguluyorlardı; şimdi, bunları, daha yoğun olarak kullanıyorlar (bkz.). Başbakanın ötekileştiren konuşmalarının bir içerik çözümlemesi yapılabilir. Bunlarda propaganda ile siyasal iletişim arasındaki fark, anlamlı olabilir. Psikolojik ve sosyolojik olarak, Mısır’daki durumla benzerlikler ve farklılıklar incelenebilir (bkz.). Bu, AKP’nin Mısır’ı bir propaganda malzemesi olarak kullanması dolayısıyla zaten zorunlu (bkz.).

Ek olarak şunlar söylenebilir: Birincisi, direniş ve ayaklanma tartışmalarını yaparken, direniş ve politikanın geniş ve dar tanımlarını gözden kaçırmamak gerekiyor. İkincisi, siyasal etkililik (direnişle dünyanın değişebileceğine yönelik inanç) konusu, daha ayrıntılı çalışılmalı (bkz.).

Diğer altalanlar

Gelişim psikolojisi açısından, Y kuşağı ve 90’lılar üstüne bilimsel gibi sunulan kişisel düşünceler elekten geçirilmeli. ‘Y Kuşağı’ kavramının ABD’deki tarihsel olaylar ekseninde ve insan kaynakları bağlamında ortaya atıldığı ve ne ABD’de ne Türkiye’de bilimsel geçerliliği bulunmadığı unutulmamalı. Ancak, bunun yerine kullanılması doğru olan net kuşağı ve mobil kuşak gibi kavramlar düşünülebilir. Bu kavramlardaki teknolojik belirlenimcilik varsayımı (özellikle, McLuhan ve diğerleri), daha fazla incelenmeli. Yine gelişim psikolojisi açısından, ergenlerin rol modelleri, direniş bağlamında araştırılabilir.

Direnişin medyası ve sosyal medyası, incelenmeye değer. Kitle iletişim kuramları, yakın zamanlara kadar, çoğunlukla, medyaya mahkum olmuş insanlardan söz edip karamsarlık pompalıyordu (buna Frankfurt Okulu dahil). Medya kullanıcılarının özneleşmesi ve yurttaş gazeteciliği, önümüzdeki yıllara damgasını vuracak. Sosyal medyada, içerik üretimi, eşanlılık ve ünlülük gibi olgular, ilk akla gelenler (bkz.).

Diğer altalanlarla ilgili olarak şunlar söylenebilir:

- Adli psikolojideki suçlayıcı tavır, sorgulanmalı. Gezi, bir süre, siyasi bir olay değil de, adli bir olay gibi sergilendi; direnenler, siyasal talepleri olmayan yağmacılar gibi gösterildi. Bu adlileştirme, narkotizasyonun iki anlamıyla da eklemlendi: Siyasilerin uyuşturucu çetesi gibi gösterilmesi ve halkın uyutulması anlamları.

- ‘Tüketim nesnesi olarak Gezi’ demek, ilk bakışta garip gelse de, Che tişörtleri örneğinde olduğu gibi, bir toplu üretim sözkonusu olabiliyor. Gezi’nin marka haklarının alındığı biliniyor.

- Çevre psikolojisi ve evrimsel psikoloji açısından, Gezi’nin mekanlı bir direniş olması ve yer işaretleme, hiyerarşi ve damgalama gibi evrimsel kavramlarla açıklanmaya açık olması, dikkate değer.

- Bilişsel psikoloji ve anlatıbilim açısından, Gezi’ye ilişkin şematikleştirmeler, kalıpyargılar ve senaryolar incelenebilir (bkz.).

- Spor psikolojisi açısından, Gezi direnişi bağlamında taraftarlık olgusu da çalışılabilir (bkz.).

“Peki şimdi ne olacak?”

“Bundan sonra ne olacak?” sorusu, yerel seçimlerde karşılığını bulacak (bkz.). Bu açıdan, seçim modelleri (psikolojik model, sosyolojik model, ekonomik model, ideolojik model ve gündem modeli) ve seçmen davranışları (lidere, partiye, adaya, ideolojiye, çıkara, konuya/gündeme oy verme), incelenebilir (bkz.). Gazdanadam’la Eylül’de Gel festivalleri arasındaki kopukluk, seçimlere de yansıyacaksa, direnişçilerin işi zor. Fakat gündemi çok hızlı değişen bir ülkede, bugünün yarını bağlayıcı olması zor. Geleceğe bakalım… (UBG/HK)

(*) Bu yazı, TODAP’ın 21 Eylül 2013’te İstanbul Elektrik Mühendisleri Odası’nda düzenlediği Gezi Direnişi ve Eleştirel Psikoloji Çalıştayı’nda (bkz.) yaptığım konuşmanın notlarıdır. Notların bir bölümü, zaman darlığı nedeniyle, dile getirilememiştir. Yazının başındaki sorular, çalıştayın tanıtım metninden alınmıştır.

Ulaş Başar Gezgin
4 Ekim 2013
Kaynak; bianet.org