Evrensel: Behzat Ç. rozetini bırakıp Gezi Parkı’na giderdi

Üniversite kampusünde bir eylemin ardından öldürülen öğrencinin katilinin peşine düşen Behzat Ç., özel güvenlik şefini sorgularken, yukarıdan “Adamı bırakacaksın” talimatı gelir. Dinlemez, Tahsin müdüre “Sen bırak lan o zaman” deyip ayrılır. Ama tabii adamın peşini bırakmayıp cinayeti çözer. Adaletin peşinde koşarken baskılara boyun eğmeyişi, Behzat Ç.’yi halka sevdiren onlarca nedenden biri, henüz adı Çapulcu değilken bile. Dizinin bitmiş olmasına sevinen takipçileri bile var, haftalardır süren Gezi Parkı eylemlerinden kendilerini alıkoyacak bir şey olmadığı için. Yukarıdan gelen emirleri umursamayan milyonlar, üç haftadır süren eylemlerin taleplerinin kabul edilmesini, polis şiddetinin sorumlularının cezalandırılmasını, öldürülenlerin katillerinin bulunmasını bekliyor. Elbette Behzat Ç.’den değil, sorumlularından.

emrah serbest behzat ç. 1

Behzat’ın yaratıcısı, yazarı Emrah Serbes, televizyonsuz, telefonsuz yeni kitabı için çalışırken, gaz rekorlarının kırıldığı 31 Mayıs günü kendisini eylemlerin içinde buluverdi. O günden sonra da Gezi Parkı’ndan en uzun ayrılıkları, Beşiktaş’ta Çarşı’dan arkadaşlarıyla vakit geçirmek içindi, bazen çarşıda, bazen barikatta, gazlı, gazsız.

Herkes gibi biz de Behzat’ın Ç’sini sormuştuk daha önceki röportajımızda, sen de “halk henüz buna hazır değil” yanıtını vermiştin. Şimdi diyorsun ki Ç: çapulcu…

Çapulcu demedim, Çapulcu olabilir dedim. Sorduğun zaman Türkiye buna hazır değildi, şimdi ise hazır. Çapulcu bir şeref madalyasıysa bugün, halk buna teveccüh ettiyse, Behzat’ın Ç’si neden çapulcu olmasın? Çapulcular vicdanlı insanlar, ellerini vicdanlarına koyup geldiler parka. “Bu işin sonunda benim başıma bir şey gelir o yüzden ben bu işin üzerine gitmeyeyim” dediği andan itibaren vicdanı sızlamaya başlar insanın. Behzat Ç, vicdanının mümkün olduğunca az sızlamasını isteyen bir adam. Kendini feda edebilir inandığı bir şey için.

Behzat Ç. Taksim’de görevli olsaydı ne yapardı?

Rozetini, silahını bırakıp parka giderdi.

Ekip ne yapardı?

Ekip ondan ayrılamaz ki (gülüyor)…

Harun biraz bıdı bıdı yapabilir ama…

Harun kendine uygun battal boy çadır bulurdu. Hayalet çok işe yarardı mesela Gezi Parkında. Parka girenler buluşmaya çalışıyor. “Abi nerdesin”, “ağacın altındayım” diyor. “Hangi ağacın altında?”, “gençler var ya oturuyorum orada” diyor. Tabii buluşamıyorlar. Tam Hayalet’in yeri, “şu adam bulunacak” dedin mi bulurdu.

Akbaba?

Akbaba revirde çalışırdı. Harun da Devrim Markette, sırada olurdu hep, bütün bisküvileri yerdi.

Tek kişilik barikat da olurdu…

Tabii olurdu, gerekirse.

Cevdet?

Cevdet Gezi Bostanındaydı. Ziraat mühendisi ya. Eda da çocuk atölyesindeydi. Behzat Ç. ekibine uygun bir atmosfer var. Park çok güzel, insanlar yeni ve ortak bir hayat kurdu. Piyano resitalini dinlerken, bir özgürlük duygusu vardı bende. O kadar atıp tutmuşlar, buraya giremezsin, yapamazsınız demişler. Adam baretiyle piyano’nun başına geçmiş çalıyor, TOMA’lar AKM’nin önünde… ama korkmuyor artık insanlar.

DELİKANLI YALAN SÖYLEMEZ

Peki nasıl oldu da hazır hale geldi toplum Behzat’ın Ç’sine?

İnsanlar, Tayyip Erdoğan ve yakın çevresinin altında 10 senedir eziliyor, boğuluyor. Şimdi, “ben senin bu kibrin, aşağılamalarının altında boğulacağıma, bana gaz sık, gazın altında boğulayım” diyorlar. İki gün evvel, Harbiye ve Gümüşsuyu tarafındaki barikatlarda dikkat ettim, gaz bombası atılıyor kalabalığın içine, herhangi bir kıpırdama yok. Eskiden geriye doğru kaçma olurdu. Sonra eldivenli bir abi geliyor bombayı alıyor, geri fırlatıyor. Gülle atma şampiyonasında dereceye girecek atışlar yapılıyor. Bir defasında bombayı polisin attığı yerden daha geriye fırlattı. Silahla değil eliyle atıyor.

Çocukluğumuz Seyit Onbaşı efsanesi ile geçmedi mi abi sonuçta?

emrah serbest behzat ç. 3Gümüşsuyu’nda, Harbiye barikatlarında çok Seyit Onbaşı vardı. Ben bu hareketin başarıya ulaşacağını ne zaman anladım biliyor musun? Akaretlerde polis gaz bombası atarken alkışlamaya başladı bizim çocuklar. Bir gaz bombası geldi havadan, kapsül daha yere inmeden havada vole attı bir genç, voleyle geri yolladı kapsülü. Polisin sinirleri bozuldu… Gelişine vurdu abi bombaya, böyle bir şey yok. Artık korku eşiği aşıldı. Bize zaten böyle bir şey yakışır. Onca aşağılama, şu bu derken, “millet nasıl ayaklanmıyor” der, memleketten umudunu kesersin… “Üç beş ağaç”, bir park için ayaklanmak, Türkiye’nin ruhuna uygun bir davranış gibi geliyor bana. Biraz akıllı bir adam, baktı olaylar büyüyor, “park size helal olsun gençler, sizden kıymetli mi” der ve hadise biter. Ama kendi psikologlarını bile dinlemiyor, danışmanlarını bırak.

Mantıklı bir insan olduğundan başbakan olmadı ama, “delikanlı” olduğundan başbakan oldu ya…

Delikanlı öyle olmaz, delikanlı yalan söylemez. Delikanlı, Dolmabahçe Camiinin müezzinidir. Türkiye’nin Tayyip Erdoğan’ın delikanlı tavırlarıyla bir sorunu yok ki. Hatta hoşuna gidiyor. İsrail başbakanına atar yap, eyvallah, ama sen yalan söylüyorsun. Camide içki içtiler diyorsun, yalan. Camiye ayakkabıları ile girdiler diyorsun, yalan. İnsanlar can havliyle camiye girdiler, o zaman bile ayakkabılarını çıkarmaya çalıştılar. Camiye ayakkabıyla girenler zaten yere basmıyordu, kucakta taşındılar. Müezzin de açıkladı. “Müezzini tehdit ettiler” diyor. Kim tehdit etti? Biz müezzinin yanına gittik 500 kişi, müezzin “susun” dedi, herkes sustu. Bizim din adamına saygımız var. Niye olmasın zaten? Cemaat dediğin halk değil mi? Kapıları açacak tabii, açmaması anormal olurdu. Duman altındayken halka kapılar kapatılır mı? Sonra sivil polisler, -ya da kimse- oraya bir iki bira şişesi yerleştirip, Akit’i, Yeni Şafak’ı arayıp provakasyon yapmaya çalıştılar ama o da tutmadı artık. Kimsenin onlara inancı kalmadı, artık doğru haber yapsalar bile kimse inanmıyor. Delikanlı yalan söylemez. Başbakan, “bunlar Dolmabahçe’de başbakanlık ofisine yürüdüler” diyor, böyle bir şey olmadı. Kazan’ın yanındayken gaz bombası attınız, tırstınız çünkü. Polis siyah-beyaz bir şey görünce sinirleri bozuluyor. Kalabalık toplanınca “bunlar ofise girer mi” dediler. Amaç parka girmekti, ofise girmek istenseydi çoktan girilirdi.

BU ÇOCUKLAR HER MAÇTA 40 BARİYER GEÇİYOR

Bir toplumsal patlamada taraftar gruplarının bu ölçüde rol oynamalarını neye bağlıyorsun?

İnsanlar örgütsüzleşince taraftar grupları işin merkezine oturdu. Senede 12-13 deplasman var. Bu çocuklar devamlı polis ile karşı karşıya geliyor. Sürekli aşağılanıyor, sürekli gaz yiyor. Emek Sineması eylemine gitmiştik. “Abi laylaylom’ a gitmeyelim lütfen, onlar sanatçı biz orada sırıtırız” dediler. Sonra gittik, polis sıkmaya başlayınca “sevdik burayı, iyi ki getirmişsin” dediler. AKP polisi o kadar arsızlaştı ki, halkla fotoğraf çekilirken su yiyen sanatçı var ya. Hadi bizim çocuklar gaz yer, ama sanatçı su beklemez ki… Sanatçı Mado’ya sığınır, Mado su vermez, bu protesto edilir falan…

Çarşı Mado’ya sığınmadı ama di mi?

Polis sığınsın Mado’ya, sen niye sığınıyorsun. Diyorlar gençlerin can güvenliği yok. Bizimkiler diyor ki, “polislerin can güvenliği yok, Vali’yi arayalım, polisleri çeksin.” (gülüyor)

Sence Çarşı’yı özel kılan, diğer taraftar gruplarından ayıran ne?

Ben Çarşı adına konuşamam. Çarşı’nın kurucuları, tribüncüleri bellidir. Bir vaka olarak değerlendirebilirim sadece. Çarşı bir ruh, bazı yerlerde vücut buluyor. Burada üç kişi beş kişi toplanırsın sonra birden bire arkanda beş yüz kişi, bin kişi olur. Ama son kertede işler karıştığı zaman herkes birbirini tanır. Yine 25-30 kişi en öndedir, birbirlerini tutar, kollarlar.

Örgütsüzlüğe bir vurgu hatta övgü var Gezi direnişine dair ama Çarşı’nın alameti farikası bir örgüt tür olması diil mi?

Örgütlenme olarak göremeyiz, bir programı, pratiği yok. Bu bir grup, takımını takip ediyor. Ama bir yerde de haksızlık, adaletsizlik varsa onun üstüne de yürüyelim gibi bir kararlılığı var. Polis sabah saldırısıyla Parkı yasakladığında, CHP milletvekilleri, Sırrı Süreyya Önder basın açıklaması yapacaklar ama park kapalı olduğundan, başka yerde yapacaklar. Bizim çocuklar diyor ki, “madem basın açıklaması yapacaksınız, gidelim Gezi Parkı’nda yapalım”. “Polis bariyerleri var” deniyor, bunlar “bariyer ne ki?” diyor. Sırrı Abi de “beni sokun parka ben açıklamayı orada yapacağım” deyince, bütün bariyerler iniyor. Bu çocuklar her maça girerken 40 bariyer aşıyor, çift turnike geçiyorlar. Üç tane bariyerle tutamazsın ki. Dışarıda basın açıklaması kabullenilseydi belki iş bu noktaya gelemezdi.

Taraftar olmak başka şey, taraftar grubuna ait olmak başka. Bir taraftar neden bir gruba da ait olmak ister?

Maçtan önce toplanıyorsun, hep aynı insanlar. Biri gelmediği zaman arıyorsun ne oldu diye? “Teyzem vefat etti” diyor, “başın sağolsun” diyorsun. Öyle bir arkadaşlık kültürü parklarda, sokaklarda geliştiği için böyle bir olay olduğu zaman daha rahat hareket edebiliyorsun. Bir de adamın mahallesi, polis Beşiktaş’a girmeye çalışıyor ama hangi kafe kimin, nerden girerim nereden çıkarım sen biliyorsun. Burdur’dan polis getirmişler, ne bilsin Beşiktaş’ı? 1 Mayıs’ta Kabalcı’nın orda üç dört tanesi dinleniyor. Orada dinlenilir mi, çok fena oldular (gülüyor). Dinlenmek için Çarşı’ya değil Başbakanlığa doğru yürümelisin. Şunu da söyleyim, Çarşı bu kadar öne geçmek istemiyordu aslında, olaylar böyle gelişti. Bizde duruş net olunca, geri vites olmayınca böyle oldu.

TAYYİP DIŞINDA HERKES GÜLÜYOR

Bir komiserle muhabbet ediyorduk. Sosyal medyadaki espirilere ne diyorsunuz diye sordu bir arkadaş? ‘Çare Drogba’ çok iyiydi deyip güldü polis.

AKP milletvekilleri sokağa çıkamıyorlar Ankara’da ama Tomalı Hilmi Caddesi fotoğraflarını birbirleriyle paylaşıp güldüklerini biliyorum. Tayyip dışından hepsi gülüyor bence. Bakma, Tayyip gelince hepsi sürahi gibi diziliyorlar yanına otobüsün üzerinde, ama Tayyip gidince hepsi cep telefonlarına bakıp kahkahalarla gülüyor.

Önceden perşembeleri koşa koşa alırdık ama bu espri ortamında kimse mizah dergilerini aramadı.

Çünkü yaşananlar mizahın önüne geçti. Penguen, Uykusuz duvarlarda artık, hayatın içinde. Esasen onların konusunu bu gençlik ele geçirdi. Olayın kendisi bütün hafta boyunca karikatürleştiriliyor. Çok zeki adamlar var. Penguen, Uykusuz falan gazeteler işlevini yapmayınca onlar bu yayınların işlevini mizahla gördü, ama mizah şimdi sokağa taştı. Televizyonlar yine yayın yapmıyor ama artık üç değil mizah dergileri, binlerce…

ERKEN KAYBEDENLER ŞİMDİ SOKAKTA

İnzivaya çekilmiş yeni kitabına çalışıyormuşsun eylemler patladığında…

Emek sineması, 1 Mayıs ve 11 Mayıstaki Beşiktaş Gençlerbirliği maçındaki hadiselerden sonra dedim ki ben biraz dinleneyim, bundan sonra bir şey olmaz. Telefonu kapattım, buldum ormanlık sessiz sakin bir yer, bir şeyler yazayım kafasındayım. 15 gün böyle oldu. Dünya ile irtibatı kestim. İnto The Wild filmi var ya, tam o atmosferi yaşamaya hazırlanıyordum. Aydın’da bir yayla var dediler oraya gideceğim, çantamı toplamak için geldim İstanbul’a. Yorgunum, yarın sabah yola çıkarım dedim. Bir baktım evin üstünde helikopterler uçuyor. Sonra kız arkadaşımı aradım, “Biz Dolmabahçe çay bahçesinde oturuyorduk, buraya gaz attılar, motorla Üsküdar’a geçiyoruz” dedi. Beşiktaş’ta gidecek yer yok her taraf gaz, Üsküdar’a gidiyor. Bunu duyunca dellendim tabii. Al sana İnto The Wild… Öyle oldu hakikaten.

Ne yazıyordun peki?

Behzat Ç. yazıyordum, üçüncü roman. Ona devam edeceğim, birazcık sakinleşsin ortalık. Hükümetten daha çok ben istiyorum sakinleşmesini ama onurlu bir sakinleşme tabii.

Behzat Ç.’yi herkes sever ama asıl Erken Kaybedenler’ciyiz biz fraksiyonel olarak. Erken Kaybedenler kaderlerini mi bozuyor şu anda?

Erken kaybedenler sokakta abi şimdi. O kaybedenler şimdi kaybetmiyor. Gene kaybedebilirler ama onurlu bir şekilde, kitaptaki gibi. Her şey geri püskürtülse bile şimdiden çok büyük bir kazanım bu. Erken kaybedenlerin zaferi. O zaman 14-15 yaşında olan çocuklar şimdi 20 yaşında, sokakta.

Erken Kaybedenler yarım kalmış fantazilerini de hayata geçiriyor, kamyon falan çalıyorlar…

Tabii canım. Adam almış ekskavatör’ü TOMA kovalıyor, bunu nasıl açıklarsın! Çünkü kaybedecek bir şeyi yok artık. Kamyon da alır, helikopter de.

Pilot sıkıntısı varmış ama.

Onu çözerler abi, 15 dakika ver, çözerler.

TURGUR UYAR’IN ASKERLERİYİZ

Necati Şaşmaz’ın anlaşılabilen birkaç cümlesinden biri, “’Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diyenlerle başkalarının askerlerinin yan yana olması Atatürk’e saygısızlık oluyor” cümlesi oldu. Ne diyorsun bu asker meselesine?

Teyzeler “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağırırken biz “Turgut Uyar’ın askerleriyiz” diye bağırdık.  Teyze geldi, “kim bu Turgut Uyar?”. Teyze dedim, Turgut Uyar, Yemen Cephesinde, çok ciddi kahramanlıklar göstermiş bir komutanımızdır. Özellikle Dünyanın En Güzel Arabistanı isimli hatıra kitabında bunları anlatır dedim. Teyze, “tamam” dedi, “biz de bundan sonra atarız bunu”. Necati Şaşmaz muhtemelen, herkes Türk olsun, her taraf Türk bayrağı olsun, ben de Gezi Parkı’na gideyim demeye çalışıyor da doğasında özgürlük olan bir hareket kimsenin askeri olamaz. Her tarafta Türk bayrağı ve Atatürk resmi olunca özgürlük olmuyor. Bu, öyle bir eylem değil. Türkiye’ye nazar değmedi bir kere, Tayyip Erdoğan’a nazar değdi. Gençler gitar çalıyor, ağabeyler tavla oynuyor. Dün gece delinin biri sabaha karşı 5’de Park’ta dolaşmaya başladı. “Siz Tayyip Erdoğan’dan ne istiyorsunuz? Onun gibi bir başbakan geldi mi bu ülkeye, arabaları yaktınız yıktınız” diyor. “Ben kabadayıyım, her gün dayak yiyorum. Dayak yemiyorsam kendime gelemiyorum” demeye başladı. Kimse buna bir şey demiyor. Böyle bir özgürlük ortamı da var. Adam geldi tek başına, posta koydu, millet güldü.

Devrim Acaroğlu / Çağdaş Günerbüyük
15 Haziran 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; evrensel.net