Agora kitaplığı: Ankara’dayken! – Tarık Ali

Her şey nasıl da değişiyor. Daha geçen Nisan ayında İstanbul’a gittiğimde kasvetli bir ruh hali vardı. Dostlarımın en coşkulu olanlarının bile süngüsü düşüktü. Rejime karşı içten içe bir düşmanlık besleniyordu her zaman, fakat AKP’nin hegemonyası -benim de birçok kere belirttiğim gibi- oldukça derinlere kök salmıştı. Tayyip Erdoğan nobran, sinik, fakat akıllıydı ve bu noktada Atatürk’ün zamanında hapse attırdığı çok sevilen komünist şair Nazım Hikmet’in bazı dizelerini burada aktarmak ters düşmezdi.

Nazım Hikmet ülkesinden bir gemiyle kaçmıştı ve bir Sovyet tankerince kurtarılmıştı. Kaptan kendisine, “Nazım Hikmet olduğunuzu kanıtlayabilir misiniz? diye sorunca şair buna gülerek karşılık vermiş ve kaptanın kabininde, üzerinde kendisinin fotoğrafının bulunduğu bir afişi işaret etmişti. Nazım Hikmet 1963′te Moskova’da öldü. Naşı hala sürgünde.

Şimdilerdeyse sohbet konuları ne yeneceği ve orta yaşlarda yapılan çocukların sevinçleri üzerineydi. İstiklal Caddesi’nde eski bir sinema yıkılmak üzereydi. Onun yerine, pasajları ve (çok eskiden varlıklı Ermeni tüccar ailelerinin yaşamakta olduğu) Belle Epoque tarzı yapılarıyla bu tarihsel caddenin dokusunu bozan şekilsiz alışveriş merkezleri kurulacaktı. İşte orada, Emek Sineması’nın yıkılmak istenmesine karşı küçük çaplı gösteriler yapılıyordu, ama daha ziyade sembolik nitelikteydi bu eylemler. Gazeteler rejimin son PR (tanıtım) zaferinin haberleriyle doluydu; 60 ‘akil adam’a bazı bazı danışılması gibi bir durum söz konusuydu. Gazetelerin ön sayfalarında, bu akil adamların Dolmabahçe Sarayı’nda (kiç bir toplantıya münasip kiçlikteki bir ortamda) yaptıkları ilk toplantılarının fotoğraflarına yer verilmişti. Eskiden tanıdığım Murat Belge de onların arasındaydı.

Kayıtsızlıktan cesaret alan Başbakan Erdoğan, başka planlarının peşindeydi: Gezi Parkı’na bir alışveriş merkezi dikmek, Boğaz’a üçüncü bir köprü yapmak ve Sinan’ın güzelim eserlerini kapatacak şekilde yeni, büyük bir cami inşa etmek derdindeydi. İstanbul’da yaşayanların fikri kesinlikle alınmıyordu. İşte bu durum, İstanbul’da yaşayan insanları kızdırdı ve şehrin merkezinde ufacık bir yeşil alanı işgal etmelerinin yolunu açtı. Şimdi hepimizin bildiği gibi, uzlaşma yolu aramak Türkiye’nin başbakanının kuvvetli olduğu bir özelliği değil. Onda bir akıl ya da gönül cömertliğinden de eser yok. Seküler aydınlardan tiksinmekte, Cumhuriyet’in kurucularına ayyaş ya da alkolik (sanki bunu söyleyerek, Lord Curzon ile Britanya İmparatorluğu’nun bir cumhuriyet kurarkenki hallerinden farklı bir durumu tarif ediyormuş gibi) demekte hiçbir beis görmüyor, habire solcu ‘teröristler’den gelecek tehlikeden dem vurup duruyor. Erdoğan kızdığı zaman resmen bir boğaya dönüyor ve bazen kendi arkadaşlarını bile büyük sıkıntılara sokuyor.

Sosyal bakımdan muhafazakar, siyasal bakımdan prensip nedir bilmeyen, ekonomik bakımdan endüstriyi güçlendirmeye adanmış ve askeri/siyasal bakımdan NATO’nun gözde İslamcıları olan iktidar partisi AKP, sokaktan yükselen sesleri hep duymazlıktan geldi. Ne de olsa, diğer Müslüman ülkelere model olarak gösteriliyorlardı. Erdoğan’ın şiddete başvurmaktaki (ağırlıkla genç olan insanlara karşı coplama, tazyikli su ve biber gazı sıkmadaki) fütursuzluğu bu modeli yerle bir etti. Zaten Beyaz Saray’ın da klasik “iki taraf da itidalli olmalı” açıklamasıyla kızgınlığını ifade etmesi gecikmedi.

Polisin silahsız ve barışçı işgalcilere saldırısı çok kötü geri tepti. Kırk sekiz saat içinde birçok şehirde dayanışma gösterileri düzenlendi ve halka açık meydanlar işgal edildi. Ufacık bir protesto, büyüklü küçüklü müteahhitlerin sultanına karşı ülke çapında bir ayaklanmaya dönmüştü. Ben 15 Haziran gecesi Ankara’ya indiğimde, bu durumu belli eden işaretleri görebiliyordum. Tankerler ve TOMA’lar harekete geçmeye hazır olarak ana caddeleri tutmuşlardı.

Ben hayatımda ilk defa gece başlayan protestolara tanıklık ettim. İnsanlar işlerinden evlerine gidiyor, üstlerini değişip yemeklerini yiyor, kravatlarını çıkıp eyleme hazırlanıyorlardı. Ellerinde birer su şişesi, yüzlerinde mendiller, biber gazının etkilerinden korunmaya hazırdılar. Gece 10 ya da 11 olduğunda genellikle küçük gruplar halinde sokağa çıkıyor, caddeleri ve sokakları gölgeler gibi aşıp Kuğulu Park’a ulaşıyor ve binlerce insan birbirlerine gülüp şarkılar söyleyip sloganlar atıyor, Erdoğan’ı hedef alan tepkilerini dile getiriyorlardı. Sonra polis saldırısı başlıyordu. Saldırıyla birlikte hemen reklam panoları, arabalar ve ellerine geçen başka şeyler alelacele devrilip barikatlar kuruluveriyordu. Tazyikli sularla kitleyi dağıtma çabaları nafileydi. Sonra sıra (Brezilya’dan ithal edilen) biber gazına geliyordu. Aralıksız atılan bombalar sonucu kitle dağılıyor, sonra gene toplanıyor ve bu durum sabaha karşı 3′e, belki daha ileri saatlere kadar devam ediyordu. Üstelik bu eylemler ertesi gece yeniden başlayacaktı.

Sokaklarda bu eylemler düzenlenirken, apartmanların pencerelerinde göstericilerin anneleriyle anneanneleri dayanışmalarını tencere ve tavaları vurarak gösteriyorlardı ve bu tepki biçimi, Erdoğan’ı uyarmayı hedef alan, Yeniçeri birliklerinin Osmanlı sultanına karşı ‘yetti artık’ demek amacıyla başvurdukları, ülkenin eski bir geleneğiydi. İstanbul’da Erdoğan anne babaların meydana gelip çocuklarını eve götürmelerini istediğinde, bu sefer binlerce anne meydanı işgal ediyordu ve onlara gene tencere tava vurma sesleri eşlik etmekteydi.

Erdoğan, protestocuları ‘çapulcu’ olarak adlandırmıştı. Mayıs 1968′de Paris’te olduğu gibi, genç Türkler de “Hepimiz çapulcuyuz” diye haykırmaya başladılar. Ben de Kuğulu Park’a gittiğimde duvarda bir slogan okudum: “Çapulcu festivaline hoşgeldiniz.” Her köşede hararetli tartışmalar yapılıyor, özgür kütüphaneler kuruluyor, anne babaların getirdiği yiyecekler bedava dağıtılıyor ve genç yüzlerde umut parıltıları seçiliyordu. Steve Bell’in Erdoğan’ı halka saldıran bir TOMA’nın önünde gösteren karikatürünün görüntüsü hepsinin cep telefonlarındaydı. Genç bir kadına niyetlerinin ne olduğunu sordum. Genç kadın güldü ve şöyle karşılık verdi: “Evet. Bizim tepkimiz dolaysız oldu. Bu ayaklanmanın semiyotiği kesinlikle çok ilginç oldu. Fakat bundan daha önemlisi, sonra ne yapacağımız? Eğer hareketsiz kalırsak bu büyük bir trajedi halini alır.” Hemen genç bir delikanlının lafa karıştığını gördüm: “Her gün meydanları tutamayız ya. Daha başka bir şeye ihtiyacımız var.”

Yeni muhalefetin nasıl toplanacağını söylemek kolay değil, fakat yeni, demokratik yapıda kurulmuş bir siyasal hareket (örneğin, Yunanistan’daki Syriza gibi) ortaya çıkarsa, bu, aşağıdan gelen insanlara kalıcı bir söz imkanı tanıyacak. İstanbul, Ankara, İzmir, Bodrum, Antakya ve diğer şehirlerde ülke içindeki ve durumu tartışmak, yeni bir hareketin inşasını geliştirmek üzere ayda bir yapılacak toplantılar bile kalıcı bir şey yaratır ve meydanlardan durmadan atılmalarını bir parça manasız hale getirebilir. Benim umudum bu yönde. Bazıları benim umuduma katıldılar, fakat biri de çıkıp, “Ben bir neo-liberal kapitalistim ve yine de buradayım,” deyiverdi.

Diğerleri güldüler. Ben o adama niçin buraya geldiğini sordum.
“Polis şiddetinden dolayı.”
“Ama polis neo-liberal değerleri savunmak adına şiddete başvuruyor.”
“Hayır. Neo-liberalizm, liberal değerleri öne çıkarır.”
“Nerede?”
“ABD’de.”

Gerekeni kendisine söyledim.

Bir kadın doktor, doktorlar toplantısı için gitmek zorunda olduğunu belirtti. Hükümet, binlerce yaralı göstericiyi tedavi eden doktorların, isimlerini toplamaya çalışıyormuş. Onlar aynı fikirdeler mi? Hayır.

Türkiye birdenbire değişti. Yeni kuşak korku duvarını aştı. Erdoğan hala kitle desteğine sahip olduğunu göstermek için, yapacağı mitingiyle ülkenin her tarafından gemiler ve otobüslerle adam taşıyor. Fakat çok az kişiyi etkileyebiliyor. Bir sonraki seçimlerin muharebe çizgileri belirlenmiş durumda. Müteahhitlerin dostu, bir daha başbakan olamaz. Erdoğan anayasayı değiştirip kendisi cumhurbaşkanlığına geçmeyi, yok bunu başaramazsa, Putin tarzı bir başkanlığa atlamayı umut ediyordu. Şimdi işi çok daha zor. Bunun için, Aziz Nesin’in, bütün fikirlerini inatçı bir katırdan alan bir politikacıdan bezen sultanın onun yerine hayvanın kendisini geçirmeye kalktığı “Yeni Başbakan” adlı kısa hikayesini okusa iyi eder.

http://www.lrb.co.uk/blog/2013/06/19/tariq-ali/in-ankara/

Tarık Ali‘den Türkiye’deki Mayıs-Haziran isyanına dair diğer yazıları:
“Türkiyeli Dostlar, Bütün Avrupa’da Umut Kıvılcımı Yaktınız” (https://www.youtube.com/watch?v=NymCmgSY6h8&feature=youtu.be)
“Türkiye’deki Şehirler Hakikatleri Haykırıyor” (1 Haziran 2013)

Agora Kitaplığı

Tarık Ali
19 Haziran 2013
Kaynak; soldefter.com