Agos: “Gezi kimi durumlarda büyüteç, kimilerinde bağlaç oldu”

Eren Aytuğ / Nar Photos

Eren Aytuğ / Nar Photos

Demokrasi, mekan ve kentsel dönüşüm konularında çalışan, ‘Mülksüzleştirme Ağları’ projesinin yürütücülerinden Yaşar Adanalı’yla, kent hareketleri bağlamında Gezi’nin neyi değiştirip neyi değiştirmediğini konuştuk

Kentin kamusal mekanını savunmakla başlayan Gezi eylemlerinin üzerinden bir yıl geçti. Parka giren iş makinalarının engellenmesinden üç gün sonra polis şiddetiyle kitleselleşen ve Türkiye’nin farklı şehirlerine yayılan direniş bir yandan, Sulukule’nin yıkımıyla başlayıp mega projelere uzayan süreçte örgütlenen kent hakkı mücadelesinin kıvılcımıyla çakıldı.

‘Gezi’nin öncesinde de sonrasında da demokrasi, mekan ve kentsel dönüşüm konularında çalışan; mülksüzleştirme ağları projesinin yürütücülerinden olan Yaşar Adanalı’yla kentsel hareketler bağlamında Gezi’nin etkilerini konuştuk.

“Bugün gelinen nokta daha ürkütücü”

Taksim Gezi direnişinin üzerinden bir senede nelerin değiştiğini, nelerin değişmediğini görüyorsunuz?
Her şeyden önce Gezi Parkı yerli yerinde duruyor. Bu küçümsenmeyecek bir durum. Bundan birkaç ay önce Sao Paulo kentinde katıldığım bir konferans sonrası dinleyicilerden biri şaşırarak, ‘Aa o AVM’yi yapamadılar mı?’ diye sormuştu. O noktada Gezi ayaklanmasının talepleri Park’ın sınırlarını çoktan aşmıştı belki, ancak yine de ısrarla hatırlatmakta fayda var: Gezi ayaklanmasının fitilini ateşleyen, İstanbul’un en merkezi konumunda yer alan bir parkı, bir kamusal mekanı bile özelleştirerek AVM inşa etmek isteyecek kadar azgın, arsız ve son derece süratli kentsel dönüşüm lobisinin genel hedefleri değişmese bile, Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’na yönelik planlarında hızları kesilmiş durumda.

yasar_adanaliPark mücadelesi olarak başlayan bu toplumsal hareketin kitleselleşmesinin en önemli sebeplerinden biri uygulanan polis şiddetiydi. Şiddetin bir senede azalmadığını, aksine artarak devam ettiğini gördük. Bugün kent merkezlerinde, mahallelerde, sokaklarda ağır silahlarla ve TOMA’larla donatılmış polislerin varlığı ve olağanüstü hal uygulamaları neredeyse olağanlaştı. ‘Gaz kullanımı yasaklansın’, ‘polis şiddeti son bulsun’, ‘bu şiddetin sorumlusu olanlar yargılansın’ gibi taleplere, kamusal alanı kontrol etmeye yönelik daha fazla polisiye önlem ve en son Okmeydanı örneğinde de gördüğümüz üzere doğrudan şiddet ile cevap verildi. Haliyle, ‘Taksim Meydanı ve diğer kamusal mekanları gösteri ve toplanma hakkı için özgürce kullanma’ talebi de cevapsız bırakılmış durumda.

Parkın bir diğer ortak paydası olan, hayat tarzı, bireysel özgürlükler ve kimlikler üzerinde baskıların kaldırılması, ayrımcılığın son bulması, yani ‘tanınma ve özgürleşme’ yönündeki talepler konusunda da bir ilerleme olduğu söylenemez. Aksine, 17 Aralık sürecinin de eklemlenmesiyle sosyal medya yasaklarıyla tanıştık. Bugün gelinen nokta ise çok daha ürkütücü; iktidarın ve ona yakın medyanın açıkça Aleviler üzerinden yeni bir toplumsal yarılma yaratmaya çalıştığı, ayrımcılık dili ile içinden geçtiği siyasi krizi yönetmeye çalıştığını görüyoruz.

“Divan Oteli tarafının eskiden Ermeni Mezarlığı olduğunun hatırlatılması önemliydi”

Gezi eylemleri kimleri, hangi grupları bir araya getirdi? Kimleri bir araya getiremedi?
Gezi eylemlerinin, devletin geçmişten bugüne hep ayrıştırmaya çalıştığı farklı toplumsal grupların hepsini, en azından bir noktada ve farklı temas yoğunluklarıyla bir araya getirmeyi başardığı söylenebilir. Bu eylemlerin içinde yer alan, veya ülke dışından takip eden bir çok insanı heyecanlandıran da tam bu noktaydı: Gezi topluluğunun, toplumsal fay hatları üzerinden yürümemesi, aksine toplumsal adalet talebinin toplumsal ayrışmaları onaracak gücünün olmasıydı.

Örneğin, Taksim Meydanı, geçmişten bugüne kamusal alanda laiklik – dindarlık ikililiği ile gündeme gelmiştir. Bunun da merkezinde Cami yapma / yaptırmama tartışmaları yer alır. Gezi Parkı direnişinin Miraç Kandili’ne denk gelmesi, bunun Meydan ve Park’ta kutlanması, meydan da kılınan Cuma namazı, ve sonrasında toplu olarak sokaklarda gerçekleştirilen yeryüzü iftarları bu ikililiği kırma ihtimalini göstermişti. Tabi buna karşı iktidar hızlı bir şekilde ‘Kabataş saldırısı’, ‘camide alkol aldılar’ gibi yalan propagandaları devreye soktu.

Bir diğer önemli toplumsal fay hattının Türk – Ermeni, Türk – Kürt gibi katı ulus devlet anlayışının doğurduğu ayrışmalar olduğunu düşündüğümüzde, Gezi ayaklanmasının Taksim Meydanı’nda gerçekleştirilen, yüzbinlerce eylemcinin katıldığı en kitlesel toplantısında kürsüden yapılan açılış konuşmasında, Gezi Parkı’nın Divan Oteli tarafının eskiden Ermeni Mezarlığı olduğu gerçeğinin hatırlatılması, önemliydi. Aynı şekilde Park içinde yer alan, Soykırım’ın tanınmasına yönelik taleplerin yazılamalar ve farklı gruplar tarafından dile getirilmiş olması da. Veya Park ve Meydan’ın tam köşesinde konumlanmış Kürt siyasal hareketinin 24 saat süren halaylarının arasından, ellerinde Türk bayraklarıyla şaşkın bir şekilde geçen ulusalcıların temasları da değerliydi.

Emin Özmen/Agence Le Journal

Emin Özmen/Agence Le Journal

Mevzu, bu ülkede farklılıkların siyasal iktidarların elinde ayrıştırıcı ve kültür savaşlarını kanırtacak bir şekilde, genel olarak daha adil ve özgür bir ülke arayışını baskılayıp baskılamayacağı ise, Gezi eylemlerinin bir araya getirdiği gruplar bakımından umut verdiği söylenebilir. Ancak, buna karşı iktidarın aldığı pozisyon, Gezi eylemlerine katılan, Michael Hardt’ın ‘çokluk’ olarak tanımladığı, son derece heterojen birey, grup ve politik yapıların kendiliğinden ve kaçınılmaz temaslarının sonucu olan bir aradalık duygusunu ve ortak siyaset imkanını, bahsettiğim ‘fay hatlarını’ kaşımak suretiyle ayrıştırmaya yönelikti. Bunda da, elindeki muazzam iktidar aygıtlarını da kullanarak başarılı olduğu söylenebilir.

“Toplumsal muhalefet ve siyaset mekansallaştı”

Kent hakkı ve kent hareketleri bağlamında, Gezi’den sonrası ve öncesi gibi bir ayrım yapılabilir mi?
Gezi, kentsel mücadeleler bakımından bir ayrımdan ziyade bir bağlaç görevi görmekte. Daha önce sınırlı ve belli grupların ilgi alanına giren konular daha geniş kitlelerin radarına girmeye başladı. Örneğin daha önce belki haftada bir düzenlenen kentle ilgili panel ve toplantılar, Gezi sonrası neredeyse her gün düzenlenir oldu. Kent hakkı temelindeki talep ve söylemler, kurumsal siyasi parti ve aktörlerin de diline girmeye başladı. En azından meşruiyetlerini Gezi’den çıkan dil üzerinden kurma ihtiyacını hisseder oldular. İşte Kadir Topbaş’ın ‘bundan sonra bir otobüs durağının yeri bile değişse halka soracağız’ demesi veya İBB’nin ‘ Her Yere Metro, Her Yerde Metro’ kampanyası örneklerinde görüldüğü üzere.

Ayrıca, tohumu Gezi Parkı’nda atılan park forumlarının, Gezi’nin polis tarafından dağıtılmasının hemen akabinde tüm İstanbul ve Türkiye’ye yayılması da yeni bir gelişmeydi. Park forumları, bu forumlardan doğan işgal evleri ve kent bostanları, ve de forumlar arasında kurulmaya çalışılan iletişim ağları, kentlilerin kendi yerelleri ve ‘mekan’ ile kurdukları yeni bir ilişki biçimini ifade ediyor.

Serra Akcan/ Nar Photos

Serra Akcan/ Nar Photos

 

Ben kentsel toplumsal hareketlere Gezi’nin etkisini iki şekilde görüyorum: Birincisi doğrudan ‘kent hakkı’ gündeminin ve mücadelesinin kapsama alanının genişlemesi ve bu çerçevedeki tekil konuların çoğalması. İkincisi ise özel olarak ‘kent hakkı’ mücadelesi vermeyen başka (siyasi, toplumsal) aktörler için de, genel olarak mekanın kendisinin merkezi bir hal alması. Yani toplumsal muhalefetin ve siyasetin mekansallaşması olarak adlandırabileceğimiz bir durum yaşanmakta.

Gökkuşağı Merdiveni gibi mekânsal bir dokunuşun belediyenin müdahalesi sonucunda, ülke genelinde kitlesel bir eyleme dönüşmesi; veya ‘Duran Adam’ gibi kamusal mekanda performansa dayalı eylemler; Beşiktaş Kartal ve Kadıköy Boğa Heykelleri’nin kentsel direnişin sembolleri olarak belirmesi; stadyumların hiç olmadığı kadar politikleşmesi; yerel seçimlerde yurttaşların kendi oylarına doğrudan seçim mekanlarında sahip çıktığı ‘Oy ve Ötesi’ girişimi, bu örnekleri çoğaltmamız mümkün.

Gezi bir ayrımdan ziyade, öncesi ve sonrası arasında kimi durumlara bir büyüteç, kimi durumlarda ise bağlaç görevi görmekte. Dolayısıyla Berkin Elvan’ın cenazesi ile Hrant Dink’in cenazesi arasında da ilişki kurmak, bir devamlılık görmek mümkün.

Bu İstanbul’a mı özgü?
Türkiye’nin diğer şehirlerinde de ‘öncesi ve sonrasıyla bir bağlaç olarak Gezi’ etkisini gördük. ODTÜ Ormanı’nın yok edilmesine karşı verilen mücadele, Diyarbakır’da TOKİ’nin göz koyduğu Hevsel Bahçelerini kurtarmak için başlatılan işgal eylemi, Mersin’de kentin en büyük AVM’sinin, bir tüketim mabedinin eylemciler tarafından bir toplanma ve gösteri alanına dönüştürülmesi ve müşterekleştirilmesi, ilk aklıma gelen örnekler.

İstanbul özelinde, Gezi’den sonra oluşan yerel inisiyatifler, şeffaf süreçlerle ilerlemeyen mega projeler hakkında ses çıkarıyor, mücadele veriyor. Bir yandan da, örneğin geçtiğimiz aylarda yayımlanan ‘3. Köprü ve ulaşım algısı’ konulu anket, bu kent ve ekoloji mücadelesinin daha geniş kitlelere ulaşıp ulaşmadığı sorusunu da akıllara getirdi. Siz Gezi Parkı’ndaki ortak irade benzerinin diğer alanlar için ortaya konulabildiğini düşünüyor musunuz?
Kent ve ekoloji mücadelesinin daha geniş kitlelere ulaşması önündeki engellerden biri ülkedeki mevcut siyasi kamplaşmanın ta kendisi. Son yerel seçimlerde bunu tecrübe ettik. AKP, kampanyasını tamamen Başbakan Erdoğan üzerinden kurdu ve ‘varoluşsal bir savaş’ verdiği iddiası ile seçimi merkezileştirdi. Dolayısıyla birçok seçmenin önüne, kent ve ekoloji mücadelesini de içeren ‘yerel gündemlerin’ yerine, kendi kurduğu ‘genel siyaset’ denklemi ile çıkmayı başardı. Örneğin, bu yüzden HES Projeleri ile tehdit altındaki ve oldukça olgun yerel mücadelelerin verildiği Karadeniz yerleşimlerinin çoğunda pek de beklenmeyen bir zafer elde ettiği söylenebilir.

Veya tersten bir örnek ile, ‘Çılgın Projeler’ olarak adlandırılan mega projelerin siyasi iktidar açısından, ‘modernleşme’, ‘kalkınma’, ‘icraat’ ve ‘hizmet’ vurgusu ile seçmenler nezdinde bir getirisi olduğu görülmekte. Özellikle de bu projelerden doğrudan olumsuz etkilenmeyen kesimler üzerinde. Haliyle de Tokat’ta gerçekleştirilen seçim mitinginde, belki de orada yaşayanların çoğunun hayatlarında hiç kullanmayacağı İstanbul’un 3. Havalimanı Projesi’nin tanıtımı yapıldı. Ayrıca, kent ve ekoloji mücadelesi verilen yer ve konulara baktığımızda, her ne kadar buralarda kazananların (azınlık) ve kaybedenlerin (çoğunluk) çok keskin çizgilerle ayrıldığı iddia edilse bile, aslında ‘rant paylaşımı’ üzerinden buralarda bir rıza üretme sürecinin de işlediğinin altını çizmek gerekir.

Mehmet Kaçmaz/Nar Photos

Mehmet Kaçmaz/Nar Photos

“Son dönemde birçok mahalle hukuki mücadeleden zaferle çıktı”

Yine de, henüz tam anlamıyla kitleselleşmemiş olsa bile, Gezi Parkı dışındaki diğer tehdit altındaki yaşam alanlarına yönelik eskisine kıyasla daha yüksek düzeyde bir farkındalık olduğu ve daha fazla mücadele verildiği söylenebilir. Son dönemde kentsel dönüşüm projelerinin baskısı altındaki, usulsüzce riskli alan ilan edilen birçok mahalle, verdikleri hukuki mücadelelerden zaferle çıktılar.

Kent ve ekoloji mücadelesi, ve hatta buna iş cinayetlerine karşı verilen mücadeleyi de ekleyelim, bahsettiğim ‘kültür kavgası’ siyasetini aşacak, gerçek anlamda bir toplumsal dönüşüm imkanı yaratacak potansiyele sahip alanlar. Bunun için mücadeleleri mevcut siyasi kamplaşma içine hapsetmemek ve iktidar mücadelesinin aracına indirgememek gerektiğini düşünüyorum. Ne istemediğimiz kadar neyi istediğimizi de ortaya koymamız elzem.

“Bugünkü küresel muhalefet dalgası daha kendiliğinden ve tekil”

Yurtdışında da pek çok kentte şehir planlamacısı olarak çalıştınız. İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin diğer şehirlerinde yaşananları dünyadaki kent hareketinden bağımsız mı görüyorsunuz? Dinamiklerinden ortak unsurlar var mıydı?
Türkiye’deki kentsel hareketliliği dünyadaki diğer kent hareketlerinden bağımsız görmüyorum. Ancak 2000’lerin başlarında tecrübe ettiğimiz, Dünya Sosyal Forumları ve karşı-küreselleşme hareketlerinde somutlaşan tarzda, toplumsal hareketler arasında küresel çapta, bilinçli yatay bir ağın kurulması çabası gibi bir süreci yaşamadığımızı düşünüyorum. Bugün içinden geçtiğimiz küresel muhalefet dalgası çok daha kendiliğinden, kitlesel ve kentsel. Birbirlerini takip edip etkiliyorlar tabi ki, ancak öncelikle tekiller. Bulundukları kentlerin kamusal mekanlarında görünür oluyorlar.

Kapitalizmin kentsel çelişkileri sebebiyle, toplumsal adalet, demokratikleşme ve yaşam alanı ile ilgili mücadeleler iç içe geçmiş durumda ve haliyle daha doğrudan ‘kent hakkı’ ile ilişkilenmekteler. Dolayısıyla, kentsel dönüşüm, kentsel hizmetler, konut, kamusal mekan, ekoloji gibi temalar, İstanbul ve diğer dünya kentlerinde son dönemde gördüğümüz kentsel hareketlerin ortak paydasını oluşturmakta.

Emin Özmen / Agence Le Journal

Emin Özmen / Agence Le Journal

“Mevcut kurumsal çerçeve dışında oluşan hareketlilik kendi kurumsallaşmasını öremedi”

Gezi süreciyle ilgili nasıl bir eleştiri/özeleştiri yapılabilir?
Gezi’yi farklı kılan, toplumsal ‘fay hatları’ üzerinden yürümemesi, aksine toplumsal adalet talebinin toplumsal ayrışmaları onaracak gücünün olmasıydı. Bu güç aradan geçen bir senede kısmen yıprandı. Gezi, toplumun belli kesimlerine ise hiç ulaşamadı. Ayrıca, Gezi mücadelesi içinde dile getirilen ‘hükümet istifa’ beklentisinin sık sık, toplumsal olarak yepyeni bir kurucu faaliyetin ihtimalinin önüne geçmesi, dolayısıyla da toplumsal muhalefetin belli kesimlerinin ‘daha çabuk’ sonuç verecek 17 Aralık gibi süreçlere bel bağlaması, bir başka sıkıntıydı. Gezi’nin, aynı kitlesellik ve direnç ile aynı şekilde tekrar edilebilir bir mücadele olduğu algısı ve bu yöndeki beklentinin doğal olarak gerçekleşmemesinin yarattığı hayal kırıklığı ise kaçınılmazdı. Son olarak, kendiliğinden ve mevcut kurumsal çerçeve dışında gelişen hareketliliğin kendi kurumsallaşmasını örmek konusunda yeterince başarılı olamamasını söyleyebilirim.

Gözde Kazaz
28 Mayıs 2014
Haberin kaynağı için tıklayınız; agos.com.tr